<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d15168162\x26blogName\x3d%C4%B0z+B%C4%B1rakanlar\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://izikalanlar.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://izikalanlar.blogspot.com/\x26vt\x3d-5903115716667395520', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Perşembe, Ağustos 25, 2005

Karl Marx


Karl Marx

İktisatçı, düşünür ve siyaset bilimci. Kendi adıyla anılan okulun öğretisiyle uluslararası sosyalist hareketi etkilemiş, yaşamını kapitalizmin eleştirisine adamış, Engels ile birlikte temellerini attığı, felsefe, iktisat, sosyoloji ve siyaset bilimi boyutlarını içeren Marksizm, yalnızca bir kuram ya da yöntem değil bütünsel bir dünya görüşünün yaratıcısı olmuştur.

Marx?ın tüm entelektüel araştırması yirmi beş yaşındayken belirlemiş olduğu şu programı yerine getirmeyi amaçlamışı: ?mevcut düzenin baştan kökten bir eleştirisini yapmak?. Bu eleştiri aynı zamanda ?pratik?, yani eylemsel olduğundan Alman İdeolojisi?nde söylediği gibi, onu, ölümüne kadar sürecek olan yoğun bir militan etkinliğe yöneltecektir.

Bu filozofun özgünlüğü buradadır; nitekim, Marx kısa sürede bir iktisat kuramcısı oldu: sürekli olarak kavgacı, tartışmacı bir düşünce (yine de bilimsel düzeye sahip bir düşünce), en derin bilgilerden beslenirken bir yandan da sürekli militan kalmış bir yaşam.

Trier?de Başlayan Yaşam

1818?de Trier?de avukat bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Karl Marx, sekiz çocuklu bir ailenin ikinci çocuğudur (sülalesinde hahamların da bulunduğu Musevi bir aileden gelmekle birlikte, babası Protestan olmuştur). Berlin Hukuk Fakültesi?ne kaydolan Marx, o dönemde egemen olan Hegel düşüncesinin etkisi altında kaldı. Katıldığı ?genç Hegelciler?, Fransız Devrimi?nin ilan ettiği özgürlüğün, milliyetler ve işçi sınıfı için maya oluşturduğu Avrupa?ya gözlerini dikmilerdı. ?Demokritos ile Epikuros un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark? (Differenz der demokritischen und epikureischen Naturphilosophie, 1841) üzerine hazırladığı doktora tezine çalışırken, aynı zamanda, başyazarı olduğu Rheinische Zeitung?ta çalışıyordu; gazete 1843?te kapatıldı. Genç Karl, aristokrat bir aileden gelen Jeny von Westphalen ile evlendi ve birlikte Paris?e göçtüler. Marx burada işçilerle, gizli derneklerle ve Cabet, Proudhon, Louis Blanc gibi sosyalistlerle karşılaştı ve Alman felsefesiyle, Fransız devrimci pratiği arasında bağ kurmaya çalışan ?Fransız-Alman Yıllığı? (Annales franco-allemandes) adlı dergiyi çıkardı. Giderek daha çok siyasi iktisatla ilgilenen Marx, düşüncelerini, ölümünden sonra 1844 El Yazmaları adıyla yayımlanacak olan defterlere kaydetti; sonra, Berlin?de fakültedeyken karşılaşmış olduğu ve Rheinische Zeıtung serüveninden de tanıdığı Friedrich Engels ile Kutsal Aile yi kaleme aldı; bu kitap felsefi materyalizme bir tür ön hazırlık olarak kabul edilebilir. Guizot tarafından Fransa?yı terk etmeye zorlandığında, düşünceleri, yeniden Engels ile birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi?nde ve Feuerbach Üzerine Tezlerde (1845) ortaya konmuş durumdaydı. Bu noktada ?pratiğe? (eyleme geçiş artık başlamaktadır; iki dost, komünistlerin haberleşebileceği bir komiteler ağı kurdular. Daha önce yakın ilişkisinin olduğu Proudhon ile bağlarını koparan Marx (1847?de yayımlanan Felsefenin Sefaleti adlı kitabı, Proudhon?un ?Sefaletin Felsefesi? adlı kitabına yanıt niteliğindedir), ?Doğular Birliği?ni?, ?Komünistler Birlıgi? olarak yeniden örgütledi; bu yeni birliğin şiarı olan ?Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!? ifadesi, ünlü Komünist Manifesto?da (1848) tekrar edilecekti. Engels ile birlikte Almanya?da Neue Rheinische Zeitung u çıkarmaya başladıkları sırada, Almanya?daki devrim hareketinin başarısızlığa uğraması üzerine, kesin olarak Londra?ya göç eden Marx, 1848?de Avrupa?da meydana gelen devrim hareketlerinden sonuçlar çıkararak, 1850?de Fransa?da Sınıf Mücadeleleri adlı kitabı yazdı (yay. 1895). Marx, Londra?da bulunduğu yıllarda maddi koşullan oldukça kötüydü. Geçimini sağlamak için 1851?1862 arasında İngiliz ve Amerikan gazetelerine yaklaşık 500 makale yazdı. 1859?da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı?yı tamamladı ve 1867?de Kapital?in ilk cildini yayım1dı. Bu süre içinde ?Uluslararası İşçi Birliği? ya da kısaca ?Enternasyonal?in kurulmasına katıldı; ?Enternasyonal? tüm Avrupa?da hızla yayılacaktı. 1871?de yazdığı Fransa?da İç Savaş, tarihteki ilk işçi devleti olan

?Paris Komünü?nün başarısızlığa uğramasını tahlil etmektedir. Marx, aynı zamanda Fransız reformcularıyla, Bakunin?in ardıllarıyla ve Ferdinand Lassale?ın Almanya?da yarattığı etkiyle (Gotha Programının Eleştirisi, 1875) mücadele ediyordu; bu mücadele, Marx?ı militanlıkla Kapital?in yazımını birlikte sürdürmeye yöneltiyordu (Kapital?in yazımı için Ivfarx, iktisat, felsefe, tarih, toplumbilim gibi alanların yanı sıra, matematik, fizyoloji ve astronomi üzerinde de yoğun bir çalışma yapmıştır). Marx, eşini ve büyük kızını kaybettikten sonra, 14 Mart 1883?te sefalet olarak nitelendirilebilecek koşullarda ve arkasında olağanüstü zengin ve tamamlanmamış çalışmalar bırakarak öldü.

Engels, onun ardından, Londra?da Highgte Mezarlığı?nda cenazesi topraga verilirken şunu söyledi:

?Adı ve eseri yüzyıllar boyunca yaşayacaktır.?

Dünyayı Değiştirmek

Marx felsefi bir sistem kurmaktan çok, ?ideolojilerin? eleştirilmesi adına döneminin büyük felsefi sistemleriyle bizzat mücadele etmiştir ve 1845?ten sonra, zamanının çoğunu gazeteciliğe, tarihsel çözümlemeye ve ozellikle, ekonomi politiğe ayırmıştır. Bununla birlikte, bu ansiklopedik kafa, Demokritos ve Epikuros üzerine verdiği doktora tezini hiçbir zaman unutmamış ve ilk özgün entelektüel dönemi felsefenin, felsefi açıdan bir eleştirisinden oluşmuştur. Genç Marx?ı büyük bir hızla yönlendiren fikir, düşünceyle eylem arasında bir birlik arayışıydı; çünkü tüm insan gerçekliğinin bu birliği ifade ettiğine inanıyordu. Hegel?e borçlu olduğu bir formülü Rheinische Zeitung?daki makalesinde şöyle ifade ediyordu: ?Filozofların beyninde felsefi sistemleri inşa eden aynı ruh, işçilerin elleriyle demiryollarını da inşa etmektedir.? Ancak, bir aynı ?ruh?un birliği yerine, başka tur bir mantığın, materyalist tipte bir mantığın söz konusu olduğuna ikna olmuştu: bu mantık, toplumdaki sanat, felsefe, hukuk gibi yapıları sosyoekonomik yapılara bağlar. Marx, bu sosyoekonomik yapılara ?üretim ilişkileri? ve ?üretici güçler? adını verecektir. İnsanların maddi koşullara bağlı yaşamları, tarihsel gelişmenin belirli bir evresinde, kültürel yaşamı belirlemekte ve bu yoldan açıklamaktadır.

Alman İdeolojisi?nde ve Feuerbach Uzerine Tezler?de, bu fikirler, Hegelci idealizmin tamamen bir kenara bırakılmasına neden olmuş ve Feuerbach?ın yaptığı gibi, dinin materyalist bir eleştirisine yol açmıştır. Şimdiye kadar, felsefi materyalizm, özerk bir birey olarak soyut bir insan kavramı üzerine temellenmişti: ?Ancak insanın özü, yalıtılmış bireye ait olan bir soyutlama değildir. Gerçekte insanın özü, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.? Kavramlar, değerler, siyasi düzen, az ya da çok örtülü şekilde ?temsil ettikleri? veya ?ifade ettikleri? toplumsal ilişkilere gelip bağlanmaktadır. Filozoflar tarafından ele alınmış olan ünlü hakikat sorunu ?kuramsal değil, pratik bir sorundur?. Toplumsal gerçeklikte kendini göstermesinde düşüncenin ?güçlü, etkin? olması fikri, geleneksel felsefeyle kopuşun bir gereklilik olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak, felsefeden söz edilebilir mi artık? Pratik etkililik ölçütü, hakikatin (bilgi alanında) ve adaletin (ahlak alanında) yerine geçme riskini taşırmamakta mıdır? Marx?ın Feuerbach Üzerine Tezlerin sonuncusunda ifade ettiği şu ünlü tümce bu soruların sorulmasını gerektirmektedir: ?Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; önemli olan onu değiştirmektir.? Doğrusunu söylemek gerekirse, Marx bu sorulara zaten yanıt vermiş görünmektedir; çünkü filozofların ?evrensel? ini reddetmekte ve mevcut gerçeklikte ortaya çıkan ve tarihte geri döndürülemez olan bir geleceği öne sürerek, bunun yerine bir başkasını koymaktadır.

Proleterya ve Misyonu

Eğer her filozofun bir Arhimedes noktası (dayanak noktası) olduğunu kabul edersek (Platon?da ?idealar?, Descartes?ta ?cogito?, Hegel?de ?tin? veya zihin), bu bakımdan, Marx da bir istisna oluşturmaz: proletarya, aynı zamanda hem tarihsel öznedir, hem de filozofun sözcülüğünü yapması gereken ?pratik-eleştiri? etkinliğinin etken öznesidir. Toplumun bir sınıfının, nasıl ?evrensel? in (Allgemeine) somut bir örneği olduğu öne sürülebilir? Şimdiye kadar topluma egemen olan her sınıf, ?kendi düşüncelerine bir evrensellik biçimi vermek, onları akla yakın ve evrensel olarak geçerli yegane düşünceler topluluğu olarak temsil etmek zorundaydı?. Proletarya devrimci sınıf olmasına karşın, özel bir çıkarın, genel çıkar olarak temsil edilmesinin veya ?Evrenselin egemen olarak temsil edilmesinin artık zorunlu olmadığı bir evreye doğru yaklaşmaktadır; çünkü proletarya yalnızca bencil bir grubun değil, tüm insanlığın çıkarlarını savunmaktadır. Burada, Marx?ın idealist felsefeyi alaşağı ettiği yeni bir kaldıraç (bazılarının söylediği gibi ?dar- be?) söz konusudur: pratik evrensellik olmadan, ?somut evrensel? materyalist bir şekilde yorumlanmadan, kuramsal evrensellik de yoktur. ?Eleştiri? kavramının bu simgesi kendisini komünizm adı verilen pratikte ve onun ayrılmaz özniteliği olan enternasyonalizm?de gerçekleştirecektir: ?Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!??Komünist Manifesto? açıkça siyasi olan bu şiarı formüle etmişti

(Marx?ın ana metnini yazdığı 1864?teki Birinci Enternasyonal?de somutlaşmıştı); ancak Komünist Manifesto?nun kökleri, 1845 ?de girişilmiş olan felsefi soyutlama tartışmalarında bulunmaktadır.

?Burjuva Bilimine? Karşı Kapital

Altyapıların bilgisinin devrimci bilinç için kaçınılmaz olduğunu düşünen Marx, Kapital?in yazılmasına yıllarını vermiştir; bu eser, kapitalizmin acımasız zorunluluklarının bilimini yaratmalı, kapitalizmin doğuş, olgunlaşma ve yıkılma koşullarını aydınlatmalıydı. Burada söz konusu olan çalışma, nesnel bir gerçekliği betimlemek için tüm ütopik görüşleri ve tüm kehanetleri dışlayan bir çalışmadır ve bu nesnel gerçekliğin bilgisi yalnızca onun gerçekleşmesini çabuklaştırabilir. Kapital?in Almanca ikinci basımına önsözde (1873), filozof Marx?ın değiştiği, ancak filozof tarafının tamamen de ortadan kalkmadığı görülmektedir. Alman İdeolojisi?nde olduğu gibi ?burjuva? kuramcılarının evrensellik iddialarıyla alay edilmektedir: ?Ekonomi politik ancak sınıf savaşları üstü örtülü kalması veya istisnai olgular olarak kendini göstermek şartıyla bilim olarak kalabilir.? Eğer bir bunalım ortaya çıkıyorsa, ?sorun, şu veya bu teoremin doğru olup olmadığını bilmek değil, ama zamanında ortaya çıkıp çıkmadığını, polisin hoşuna gidip gitmediğini, kapitale yararlı mı zararlı mı olduğunu bilmektir?. Buna karşılık (ve 1845?te olduğu gibi), Marx, bilim yoluyla bir sınıfın çıkarlarının taşındığından kuşku duymamaktadır: ?Böyle bir eleştiri bir sınıfı temsil ediyorsa, bu sınıf, tarihsel misyonu kapitalist üretim tarzını kökünden değiştirmek, devrim yapmak ve nihai olarak (hedefi) sınıfları ortadan kaldırmak olacak bir sınıftan başkası olamaz.? Burada konuşan eski pratik-eleştirel filozoftur ve bu tarihte tüm Avrupa?da bulduğu yankıdan dolayı da gurur duymaktadır. Kendisinden diyalektik mantık yöntemini aldığı Hegel?i incelediğini ve onu ?ayaklarının üzerine diktiğini? (veya başka bir yorumla, ondaki ?zihni çekirdeği? çekip çıkardığını) hatırlatmaktadır. Diyalektikle ve materyalizmle, düşünce ?güç? olmaktadır; 1873 ?de Marx şunları yazıyor: ?Var olan şeylerin pozitif olarak kavranışında, (diyalektik) aynı zamanda, hem onların kaçınılmaz olumsuzlanmasının anlaşılmasını, hem de zorunlu yıkımlarını içermektedir; (...) diyalektik esas itibarıyla eleştirel ve devrimcidir.?

Kesinlikler ve Belirsizlikler: ?Marksizm?e? Doğru

Marx?ın düşüncesinin birliği sistemin özelliği değildir; ama bu birlik şu kesin belirlemede bulunmaktadır: yeter ki, kuramcı gözlerinin önündeki toplumsal hareketi sistemleştirsin, o kuramcı doğru bir iş yapmakta ve ?ideoloji?den kurtulmaktadır. 1843?ün filozofunun söylediği gibi: ?Biz dünyanın bizzat kendi bağrından geliştirdiği ilkeleri dünyaya taşıyoruz. Ona niye savaştığını ve kendinin bilincinin (özbilincin) ulaşılması zorunlu olan bir şey olduğunu kesin bir şekilde gösteriyoruz.? Görüldüğü gibi, tarihsel zorunluluğu (dönemin romantik veya ütopik sosyalistlerine karşı) ifade eden bu kesinleme, dogmacılığa gidebilir; iradeci olmak istemeyen (Marx?ın babasına yazdığı bir mektupta belirttiği gibi), olanı ve olması gerekeni bir araya getiren bu niyet, ideolojileri eleştirirken, kendi kendisini de eleştirebilecek midir? Kızları tarafından hazırlanan sorulara verdiği cevapta, istediğini özlü bir şekilde ortaya koyarak şunları yazan da Marx?tır: ?Her şeyden kuşku duyun.?

Marksist Terminoloji

Altyapı: üretim tarzının yalnızca ekonomiye özgü aşamasını oluşturur ve dinden bilime kadar ?üstyapının? çeşitli ideolojik dallarını belirler.

İdeoloji: sınıflı toplumları tutsak kılan yanıltıcı zihinsel veya tinsel üretim.

İnsan: Kapital?e göre insan, emeğin tarihsel koşullarından bağımsız olarak önce araçları yaratan bir hayvandır. Marx tarafından

yeniden ele alınan bu tanımlama Franklin?e aittir. Sınıf mücadelesi: Antikçağ?daki kölelikten, komünizm evresine kadar günlük yaşamda olduğu gibi, tarihin de itici gücü olan toplumsal doku. Üretim tarzı: ?üretici güçler? ile ?üretim ilişkilerini? bir araya getiren üretim tarzı, toplumun tarihin bir evresinde bir kuşak tarafından seçilmemiş olan koşullarını ve bu koşulların içinde insanların yaşamalarını, çalışmalarını ve düşünmelerini hayata geçirme tarzını oluşturur.

Yabancılaşma: bu kavram, genç Marx?ta, işçinin insan olmaya özgü olan özüne yabancılaşmasına neden olan çalışma etkinliğini belirtmektedir.

Gerçek bir tarihsel üç haline gelen Marx ve Engels in düşünceleri, gerçekte, bir felsefeden, idelerin dünyayı yönetip yönlendirmesini reddeden maddecilikten kaynaklanır. Gerçekten, XIX. yüzyılın ilk yarısında Hegel felsefe ekolünden yetişen bu iki Alman genci, Hegelciliğin tarihsel belirlenimcilik düşüncesini benimserler. Yalnız Marx ve Engels?teki tarihsel belirlenimciliğin hareket ettirici gücü Hegel?deki gibi ide değil, bu kez, ekonomik koşullar ile siyasal devrimlerdir. Söz konusu Alman felsefesiyle Fransız sosyalizminin ve İngiliz ekonomi politikasının sentezini yapan Marksizm, kendini, ?bilimsel sosyalizm? olarak tanımlar. Bilimsel sosyalizm, komünist perspektifi, bir ütopya olarak değil, kapitalist gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak koyar. Gerçekten de, kapitalist üretim tarzında burjuvazi, ezilen bir sınıfın, proletarya emeğini sömürmektedir. Bu sömürünün meyvesi ise artıkdeğerdir (ücretli işçiye ödenmeyen, onun emeğinin arta kalan bölümü). Artıkdeğer karı sağlar, kar birikimi ise sermayenin büyümesine neden olur. Bu ekonomik sömürü, sınıf mücadelesi?nin temel hedefini oluşturur. Burada, baskı aracı olan devlet, burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Düşüncelerimizin etki alanı veya ideoloji (din, hukuk, sanat, politika vb) de, sınıflar arasındaki güç dengesine boyun eğer: bir dönemin egemen düşünceleri, egemen sınıfın düşünceleridir. Bu analizden yola çıkan Marx ve Engels, teori ile pratik arasında bir eklenmenin gereğini belirtirler: Kapital?deki açıklamalar, Alman İdeolojisi?yle getirilen eleştiri, Komünist Manifesto?da özetlenen tarih anlayışı, yani tüm kuramsal eser, siyasal bağlanmaya çağrıdır; kuram da kendinden kaynaklanan bu siyasal bağlanmayla beslenir. Marx ve Engels, önce Paris?teki Alman göçmenleri, sonra da Londra?da İngiliz sendikacılarıyla, devrimci bir eylem yürütür. Bu eylem, 1. Enternasyonal?in temellerinin atılmasıyla hedefe ulaşır. Paris Komünü?ne şiddet yoluyla son verilmesi, Marx ve Engels i proletaryanın siyasal örgütlenmesi konusundaki tutumlarını güçlendirmeye götürür; proletarya, komünist devrimi gerçekleştirerek, özel mülkiyetin ailenin ve devletin ortadan kaldırılması hedefine ulaşacaktır.

Marksizm?in Üç Kaynağı

Almanya, Fransa ve İngiltere?de Marx ve Engels, dönemin kültürel açıdan en ileri, ekonomik bakımdan en gelişmiş bu üç ülkesinin en özgün yanlarının bir sentezini gerçekleştirme olanağı bulmuş oldular. Marx, felsefe ve hukuk öğrenimini önce Bonn?da, daha sonra Berlin?de Hegel?in felsefesinden, ateist ve devrimci sonuçlar çıkarma çabası içindeki ?sol Hegelciler? grubuna bağlı kalarak yaptı. Marksizm?in önderleri, söz konusu Alman idealizminin -bu düşünce tarzını ?tersyüz? ettikten sonra? diyalektik yöntemini, sistemli tutkusunu ve akılcı uzlaşmazlığını almıştır. Fransa?nın devrimci tarihi, sınıf mücadelelerinin açıklığını, keskinliğini, açık iktidar kavgalarının deneyimini, izli örgütlenme biçimlerini ve ütopyacı? sosyalizm idealini (Cabet, Fourier, Saint-Simon) benimsediler. İngiltere ise onlara, en gelişmiş biçimiyle kapitalist ekonomiyi, sefalet içindeki bu emekçi sınıfın durumunu, kitlesel sendika kavgalarını ve ilk ekonomistlerin (A. Smith, D. Ricardo, T. R. Maithus) eserlerini sağladı; iki kuramcıyı, sömürünün işleme mekanizmasının bilimsel kavrayışına doğru yönlendirdi.

İdeolojinin Eleştirisi

İdeoloji terimini Fransız ideologlardan alan Marx-Engels, bu deyimle, insanların, kendileriyle, doğa ve toplumla olan ilişkilerini tasarladıklarını ifade ettiler. İdeolojik kandırmacanın eleştirisi, ağırlıklı biçimde, Alman İdeolojisi?nde (1845?1846) yer alır. Bu eleştiri, öncelikle, getirdiği maddeci tezlerle, tarihsel maddecilik için temel niteliktedir: ideaları, düşünceleri belirleyen, maddesel gerçekliktir; tersi söz konusu olamaz; bunun sonucunda da tarihsel maddecilik ideaların, düşüncelerin özerk bir tarihi olduğu görüşünü reddeder. Bir devrin egemen ideolojisi, o dönemde toplumda egemen olan sınıfın ideolojisidir. Ancak egemen ideolojinin boyunduruğu altında bulunan bir ideoloji ya da ideolojiler de vardır; her bir ideoloji, sosyal bir sınıfın çıkarlarının ?yansıması?dır. Bununla birlikte bu ?yansı? tezi, bir belirlemenin ancak ?son kertede? ideolojik işleyişe göreli bir özerklik bırakan maddesel koşullar tarafından göz önüne alınmasıyla birtakım nüanslar kazanır. Bu ideoloji tüm kültürel fenomenleri (din, felsefe, hukuk, sanat, politika vb) bir arada toplar ve bilimsel bilginin karşısında yer alır.

Ekonominin Eleştirisi

Marx, bir muammadan yola çıkar: eğer sermayedar, hammaddeyle işçinin emeğinin tam karşılığını ödemiş olsa, üretilen mal nasıl kar getirirdi kendisine? Emek de bir metadır (proleter; iş gücünü, emeğini, pazar kurallarına göre sermayedara kiralar, kendisini köleden ayıran da budur). Ayrıca, bir meta, bir mal, sosyal yararlılığı ve değişim kapasitesiyle tanımlanır; onun değişim değeri ile fiyatını belirlemeye yarayan ortak ölçü ise, kendi içinde kristalleşen sosyal emeğin miktarıdır. Yani Marx, Adam Smith?in kullanım değeri-değişim değeri, ayrımını kullanmaktadır. Sözgelimi pırlanta, yüksek bir değişim değeri, buna karşılık düşük bir kullanım değeri taşımaktadır; oysaki su söz konusu oldu mu, tam tersidir bu. Demek ki; bir malın değeri, onun somut yararında değil, üretilmesi için gereken emeğin miktarındadır. Emek gücünün değeri ise, onu oluşturmak için gerekli eğitim, beslenme, konut vb gibi unsurlardan kaynaklanır. Fakat emek gücünün özgünlüğü asıl onun, ilkesel başlangıç değerinin üzerinde bir değer üretme icünde yatar; bu özerkliğiyle de zenginliklerin biricik kaynağını oluşturur. Sermayedar, parasını, kapitale dönüştürmeyi; diğer bir deyişle kar elde etmeyi başarıyorsa bu, işçiye, emek gücünün korunması, canlı tutulması, varlığını sürdürebilmesi için gerekli olanın çok üstünde çalışma saati dayatmasındandır. Bu karşılığı ödenmeyen emek fazlası, başlangıçtaki yatırıma eklenen artıkdeğeri oluşturur.

Kapitalizmden Komünizme Devrimci Geçiş

Marksizm, ütopyacı sosyalizme (Saint-Simon, Fourier, Owen ve diğerleri) karşı, kendini bilimsel sosyalizm olarak tanımlar. Hedef aynıdır: sınıflar arası antagonizmi (uzlaşmazlığı) ortadan kaldırmak. Ne var ki ütopyacıların, tarihin zorunlu deviniminin yerine, imgesel bir çözümü koydukları, acımasız devrimci bir kavga yerine ise, barışçı bir uzlaşmayı savundukları ölçüde, hedefe ulaşma araçları da değişiklik gösterir. Tarihte şiddetin rolünü teslim etmeyi ve devrimci eylem koyma yolunda proletaryanın bilinçli bir bi5imde örgütlenmesinin gerekliliğini reddeden ütopyacılar, bilimsel sosyalizm yanlılarınca, ?dünyayı düşe? dönüştürmekle suçlanırlar. Marx ve Engels, felsefi gelenekle, idealizmle olduğu kadar spekülatif maddecilikle de bağlarını koparmak isterler: ?şimdiye dek filozofların yaptığı dünyaya yorumlar getirmekti; oysaki asıl olan, dünyayı değiştirmektir.? Bu değişimin amacı, sınıflı toplumun ve onun temelleri, özel mülkiyet, aile ve devletin ortadan kaldırılmasıdır. Üretim araçlarının mülkiyeti, sınıf farklılaşmasının kaynağı olmuştur. Böylece tarih, efendilerle köleler (antikçağ), senyörlerle serfler (feodalizm) ve burjuvalarla proleterler (kapitalizm) olarak bölünmüş toplumların birbirini izlemesine tanık olur. Sömürücü sınıfın aleti olan devlet yıkılmalı ve ?proletarya diktatörlüğü? devletin yerini almalıdır; proletarya diktatörlüğü, sınıfların yok olmasını ve komünizmi hazırlar. Proletarya, zincirlerini kırarken tüm insanlığı da kurtarır. Ütopyacılar ve anarşistlerle ortak olan hedef de budur; onlardan farklı olan yanı ise devlet iktidarının ele geçirilmesinin gerekliliğidir.

Başlıca Eserleri

Feuerbach Uzenne Tezler (1845,

Thesen über Feuerbach) Felsefenin Sefaleti (1847, Misre de la Phiosophie)

Komünist Manifesto (Engels ile, 1848, Manifest der Kommunistschen Partei).

Alman deo1ojisi (1845/46, Die Deı tsche Ideologie)

Ucretli Emek ve Sermaye (1849,Lohnarbeit und Kapital).

Fransa?da Sınıf Mücadeleleri (1850, Die Klassenkampfe in Frankreich)

Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisi (1857/58, Grundrisse der Kritik der Politischen Okonomie)

Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859, Zur Kritik der politischen Ökonomie)

Kapital (1867/1894, Das Kapital, üç cilt)

Fransa?da İç Savaş (1871, The Civıl War in France)

Friedrich Engels

Engels, 1820?de, Wuppertal yakınlarındaki Barmen?de (Rheınland Eyaleti) iplik imalathanesi olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çeşitli fabrikaların yanında, Manchester?da da bir pamuklu fabrikası bulunan ailenin gelecekteki işlerini devralmak üzere eğitildi. Ancak çok erken yaşta felsefeyle tutkulu bir şekilde uğraşmay başladı ve Berlin Üniversitesi?ndeki genç Hegelcilerin lideri oldu. Marx ile tanıştığında ?Schelling, İsa?daki Felsefe? (1842) makalesini henüz yayımlamıştı. Babası tarafindan Manchester?a gönderilen Engels, ailenin sanayiye dönük girişimlerini, ekonomi politiğin ve işçi sınıfının incelenmesi için bir laboratuar gibi kullandı. 1844?te, Paris?te Marx ile buluştu ve dostlukları gibi ortak kuramsal çalışmaları da kesintisiz sürdü; Engels, Kutsal Aile?nin, Alman İdeolojisi?nin ve Komünist Manifesto?nun yazılmasına katıldı.

Ayrıca, ?Fransa?da ve Almanya?da Koylu Sorunu? (1894) adlı bir incelemenin ve tarihsel materyalizm bir açıklaması ve 1925?te yayımlanan ?Doğanın Diya1ektıi? Dialektik der Natur, 1925) adlı eserin tamamlayıcısı olan ?AntiDühring?in (1878) yazarıdır.

Gandhi

Mohandas (Mahatma) Gandhi

Ünvanı Mahatma ?Yüce Ruhlu? olan Gandhi, şiddet dışındaki bütün yolları deneyerek her türlü baskı biçimlerine karşı ahlaki bir mücadele yürütmüştür. Örnek hayatı, evrensel hoşgörü mesajı Hindular?ın eski kast toplumunda reformlar yapılmasına katkıda bulunmuştur; inatla hep ?gerçeği aramış? ve sonunda Hindistan?ın İngiliz vesayetinden kurtulmasını sağlamıştır. Ne yazık ki politikacılar (Gandhi onlardan değildi) Hindistan ile Pakistan?ı iki ayrı bağımsız devlet haline getirmekle ?Milletin babası? sayılan bu adamın kalbini kırmışlardı.

İlk Tecrübeler

Mohandas Gandhi 1869?da Hindistan?ın çeşitli etkilere açık kuzeybatı bölgelerinden biri olarak Gucerat eyaletine bağlı Kathiavar Yarımadası?nın küçük bir liman şehri olan Porbandar?da dünyaya geldi. Küçücük bir prensliğin baş veziri olan babası orta kastlardan biri olan tüccarlar kastındandı (Gandhi bakkal demektir). Annesi tarafından Hint inanışlarına göre fakat aynı zamanda İslami hoşgörü içinde yetiştirildi. Genç Mohandas Caynacılıktan da etkilendi. Gucerat?ta çok yaygın olan ve Hinduizm?den çıkan bu din ?ahimsa? diye bilinen radikal şiddet aleyhtarlığını öğretir, her türlü insan ve hayvan hayatını dokunulmaz sayar. Bu öğreti ömür boyunca Gandhi?nin en büyük ilham kaynağı olacaktır. On dört yaşında neredeyse yaşıtı Kasturbai ile evlendi ve ona büyük bir aşkla bağlandı. Çevresinden koparak hukuk eğitimi görmek için İngiltere?ye gitti ve 1891?de Londra Barosu?na kaydını yaptırdı. Böylece batıyla temasa geçerek şık giysiler giymeye, dans etmeye, keman çalmaya, Fransızca öğrenmeye başladıysa da annesine verdiği söze sadık kalarak etyemezliği (vejetaryenlik) hiçbir zaman bırakmadı ve evlilik dışı cinsel ilişkilerden kaçındı. Çok okudu. Batı kültürü, düşüncesi ve inançları hakkında geniş bilgi edindi.

1893?te genç avukat, Büyük Britanya İmparatorluğu?nun sömürgesi olan Güney Afrika?ya çağrıldı. Bu ülkede binlerce Hintli sözleşmeli olarak çalışıyorlardı. Gandhi çok geçmeden adaletsizlikle, haksızlıkla ve beyazların (İngilizler ve Boenler), zencilere ve Hintliler?e karşı uyguladıkları ırk ayrımıyla tanıştı. Birinci mevkiden bileti olmasına rağmen yaka paça bir trenden dışarı atıldı, bunu hiç unutamadı ve bu tutuma karşı isyan etti. İlk itirazları, ilk protestoları ve ilk başarıları böyle başladı. Mücadeleleri sonucunda temiz giyimli Hintliler?in de birinci mevkide yolculuk etmeye hakları olduğunu kabul ettirdi. 1894?te Natal hükümeti Hintliler?e yasama meclisine üye seçme hakkını tanımadı. Gandhi 10.000 imza toplayarak bir dilekçe verdi ve Natal Hint Kongresi?ni kurdu. Fakat klasik siyasi yöntemlerle mücadele etmeyi bir süre sonra yetersiz buldu. Gandhi insanın başkalarını iyileştirmeye çalışmadan önce kendisini iyileştirmesi gerekirdi. Hintli topluluğunu örgütlemek üzere yüzyılın başında Durban?da kurduğu çiftlikte (Tolstoy çiftliği) çilekeşliği, perhiz ve orucu şart koştu. Brahmanizmin ortodoks uygulamalarından koparak kendi saçlarını kendisi kesmeye, tuvaletleri temizlemeye (Bu ancak dokunulmazların yapabileceği işlerdendi) başladı ve etrafındakileri de aynı şeyleri yapmaya zorladı. Daha sonra, 1906?de henüz otuz yedi yaşında iken, cinsel ilişkiye tövbe etti ve böylece enerjisini manevi mücadelelere kanalize etmeye çalıştı. Bu ?büyük feragat?, yani brahmaçarya idi.

Hindistan?ın Yeniden Keşfi

Afrika?da geçirdiği yirmi yıldan sonra 1914?te ülkesine döndüğünde, Gandhi artık halkın tanıdığı ve çok sevdiği bir insandı. Zamanının aydınları ve siyaset adamlarıyla temasa geçti. Ilımlı bir Hindu olan Gohale, Bengalli şair Rabindranath Tagore, İngiliz kadın teozof Annie Besant (Hindistan Yönetsel Özerklik Birliği adlı örgütün kurucusu) bunlardan bazılarıydı.

Gandhi ülkesine dönünce ilk işlerinden biri olarak Hindistan?ın köyleriyle yeniden bağlantı kurmaya başladı. İlk büyük davası, Nepal sınırındaki Bihar?ın yoksul köylülerini savunmak oldu. Bunlar sırf İngiliz tarım işletmecilerinin çıkarları için çivit ağacı yetiştirmek zorunda olan yarıcılardı. Etrafına genç aydınları toplayarak köyleri dolaşan Gandhi?nin kitleler tarafından coşkuyla karşılanması İngilizler?i telaşa düşürdü; bunun sonucunda tarım işletmecilerine haksız olarak ödenen meblağların iadesi için bir formül bulundu. Daha sonra Ahmedabad?a giderek dokuma işçilerinin haklarını savundu ve bu haklar tanınıncaya kadar sürdürülen siyasi orucu, yani açlık grevini başlattı. 1918?de İngilizler?in savaş çabalarını destekledi ve Hintlileri silah altına çağırdı, fakat çok geçmeden sömürgecilik baskısını protesto etmek için yeniden eyleme geçti. 6 Nisan 1919?da ilk büyük mücadele çağrısını yaptı: Bütün ülkede genel grev ve sessizlik. Bu girişim başarıya ulaştı. Ancak İngiliz General Dyer, Amritsar?da (Pencab), uyanda bulunmaksızın barışçı halkın üzerine ?İbret olsun diye? ateş açtırdı. Bilanço dehşet vericiydi: 300 il 400 arasında ölü, bine yakın yaralı. Gandhi o zaman ?Büyük bir hata işlediğini? itiraf etti ve satyagraha hareketine son verdi. Bu dönemde,

Hintli Müslümanlar halifeliği desteklemek için ayaklandılar, çünkü halifeliği elinde bulunduran Osmanlı Sultanı tahttan indirilmek istenmektedir ve bunun sorumlusu onlara göre İngilizler?dir. Bunun üzerine Hindular?la Müslümanlar arasında İngiliz hegemonyasına karşı bir çeşit kutsal birlik kuruldu. 1920?de Gandhi Kongre Partisi?ne (1885?te kuruldu), işbirliğine yanaşmamak ilkesine dayanan ülke çapında bir program teklif etti. İmparatorluğu yıkmak için, işleyişini felce uğratmak, verilen unvan ve görevleri, İngiliz okullarını, mahkemeleri ve yabancı kökenli malları boykot etmek gerektiğini söyledi. Gandhi, Hindistan halkına çağrıda bulunarak, ithal malı kumaşların yerini tutmak ve yerel zanaatları canlandırmak üzere, giysilerin elde eğrilmesi ve dokunmasını istedi. Büyük avukatlar istifa ettiler, köylüler vergilerini vermediler. Hindistan dipten gelen bir depremle sarsıldı. Ama İngilizler halkı kitleler halinde cezalandırdılar: 1921 yılının sonunda 20.000 kişi tutuklandı. Çauri Çaura?da şiddet olayları patlak verdi, 22 polis halk tarafından linç edilerek diri diri yakıldı. Gandhi hemen eylemlere son verdi, fakat gene de tutuklandı. 1922 ile 1928 arasında, kitlesel eylemlerden uzaklaştı. Altı yıl hapis cezasına çarptırılan ve bunun iki yılını çeken Gandhi, kendisini tefekküre verdi ve ?iç kurtuluşu?nu sağlamaya yöneldi. Bol bol oruç tutmaya koyuldu. Bir defasında, artık birbirlerine girmeye başlayan Hindular?la Müslümanlar?ı barıştırmak için yirmi bir gün aç kaldı. Muhammed Ali Cinnah?ın Müslüman Birliği, birçok Müslüman?ın kendisine katılmamasına rağmen, gerçek bir parti kimliğine büründü.

Hint Toplumunun Çağdaşlaştırılması

Hint yollarında, Ahmedabad Aşram?ında (Hinduizm?de bir din önderinin öğrencileriyle birlikte inzivaya ve tefekküre çekildiği yer) ve cezaevlerinde Gandhicilik ilerledi, gelişti. Oruç ve arınma aracılığıyla ?iç özgürlük? deneyimine dayanan bu felsefe basit bir gizemcilikten ibaret değildir. Mahatma, dünyaya hükmetmek, onu değiştirmek ister. Baskı ve zulme direnmenin ötesinde, şiddet aleyhtarlığı ve satyagraha gibi yollardan Hint toplumunun kendine özgü yolsuzluk ve haksızlıklarına, özellikle dokunulmazlığa çare bulmak ister. Kast hiyerarşisinin dışında kalan ?dokunulmazlar? o derece hor görülürler, o derece pis ve aşağılık sayılırlar ki, ancak en iğrenç, en yüz kızartıcı işlere layık görülürler (Lağımları boşaltma, kesilmiş hayvanları parçalama gibi) bunlar genellikle şehir ve kasabaların dışında, kendilerine ayrılmış özel yerlerde ve büyük bir sefalet içinde yaşarlar. Gandhi?ye göre, bu dışlanma iptidai Hinduizmin tanımadığı katlanılmaz bir zillettir. 0 dokunulmazlara diğer insanlar gibi harican (Tanrı?nın çocukları) gözüyle bakar. Onları, zorlukla da olsa, kendi aşramına kabul eder ve böylece atalardan kalma asırlık alışkanlıkları kökünden değiştirir. Gandhi, bütün bunları düzeltmek için ne önermiştir? Kurtarıcı bir yoksulluk ve doğaya yakın bir hayat, dini cemaatlerin barış içinde birlikte yaşamaları, dokunulmazlara yönelik ayrımcılığın kaldırılması, köylerin ekonomik özerkliği, halkın eğitimi ve kadın haklarının tanınması. Kısacası, kendi kendilerine yeterli küçük üreticilerin bir takım basit hayat kurallarına uyarak, devletin ekonomik müdahalesi olmaksızın kardeşçe ve özgürce yaşamaları:

Yani tutucu düşünceler ile yenilikçi ilkelerin dengeli bir karışımı.

?Milletin Babası?

1928?de satyagraha yeniden başladı. 90.000 köylü vergilerin artırılmasına karşı çıktı, şiddet ve terörizm ortalığı kasıp kavurdu ve 1929 bunalımı Hindistan İngiliz İmparatorluğu?nu sarsmaya başladı. Genel Vali Lord İrwin Hindistan?ı ilerde bir dominyon statüsüne kavuşturmayı amaçlayan bir ?Yuvarlak Masa? konferansı önerdi ve buna önayak olacağına söz verdi. Kongre Partisi?nde, bazıları derhal bir bağımsızlık bildirisi ilan edilmesini ve sömürgeciyle silahlı çatışmaya girilmesini istediler. Gandhi düşünmek için zaman istedi. Eylem biçimini saptamakta tereddüt eder gibi göründü. Fakat birdenbire, 12 Mart 1930 ?da bir avuç öğrencisiyle birlikte İngilizler?in tuza koydukları vergiyi protesto için uzun bir yürüyüşe karar verdi. Yüz binlerce kişinin yirmi dört gün boyunca 350 km yürüdüğü bu ?tuz yürüyüşü?ne gazeteciler ve aydınlar da katıldı ve bu muazzam insan seli, her gün biraz daha kabardı. Sonunda, deniz kıyısındaki Dandi köyüne varıldı: Gandhi?nin tuz tekelini ihlal ederek yerden bir avuç tuz alması binlerce kişi tarafından tekrarlandı. Artık bütün dünyada meşhur olmuştu. Yeniden hapsedildiyse de 1931?de Londra?da toplanan İkinci Yuvarlak Masa Konferansı?na katılmaya çağrıldı. Üstünde basit bir peştamal ve bir şalla geldiği İngiliz başkentinde halkın çok hoşuna gitti, fakat Churchill?i kızdırdı. Konferans, Hindistan?ın dini toplumları arasında İngilizler tarafından bilhassa yaratılmış olan ihtilaf ve bölünmelerden dolayı başarısızlığa uğradı. Dönüş yolculuğunda Gandhi bir süre Paris?te kaldı, sonra İsviçre?ye uğradı ve burada ilerde biyografisini yazacak olan Romain Rolland?la tanıştı, daha sonra da İtalya?dan geçerken Mussolini?yle karşılaştı. İngiltere tutumunu sertleştirince, toplumlar arasındaki anlaşmazlıklar daha da şiddetlendi. Gandhi bir kez daha hapse atıldı. Ağustos 1932?de, Anayasa taslağının sadece değişik dinler için değil, aynı zamanda dokunulmazlar için de ayrı seçim sistemleri öngördüğünü öğrendi. Nitekim dokunulmazların temsilcisi olan Dr. Ambedkar ateşli bir Hindu aleyhtarı olduğu için İngilizler?le görüşmeyi tercih etmişti. Hint halkını bölmeye yönelik bu sürecin önüne geçmek için Gandhi ölüm orucuna karar verdi ve hayatı tehlikeye girinceye kadar oruca devam etti.

20 Eylül 1932?de başlayan bu ?destansı oruç? bir hafta sonra sona erdi. Gandhi?nin ölmesine ramak kalmış fakat bu arada olağanüstü bir şey olmuştu; tapınaklar dokunulmazlara açılmış, çeşitli kastlara mensup kadınlar yiyeceklerini herkesin içinde onların elinden almayı kabul etmişlerdi. Hindular?la Hancanlar arasında bir anlaşma imzalanmıştı. Büyük karizmasıyla ?Milletin babası? olan Gandhi nihayet siyasi arenadan çekildi:

1930?lu yılların başında onun yerini genç milliyetçi militanlar ve bu arada özellikle Marksizmin ve İngiliz sosyalist okulunun (Fabian Society) etkisi altında kalmış olan Nehru aldı. Nehru, Gandhi?ye adeta tapardı, ama ikisi birbirlerine taban tabana zıt kavram ve ülküleri savunurlardı: Mahatma kardeşçe birlikte yaşayan bir küçük üreticiler dünyasının hayalini kurarken, Nehru daha iddialıydı ve sefaleti ortadan kaldırmak için yarının Hindistan?ını mutlaka sanayileştirmek ve ekonomik bakımdan kalkındırmak gerektiğine inanırdı.

Sınav Zamanı

İkinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman Gandhi, 1918?de yaptığının aksine, kararlı bir şekilde barıştan yana bir tutum takındı. İngilizler İşçi Partisi?nden Cripps?i Hindistan?a gönderip müttefiklerin savaş çabalarını desteklemesi karşılığında Hindistan?a savaştan sonra dominyon statüsü verileceğini vaat ettilerse de, Gandhi?nin tutumunda bir değişiklik olmadı. Üstelik Nehru ile sosyalistlerin bu meseleyi üstü kapalı geçmelerine rağmen, Gandhi, Nisan 1942?de İngiltere karşıtı Quit İndia as masters (?Hindistan?ı Efendi Gibi Terk Edin?) sloganıyla halkı ayaklanmaya çağırdı. Birçok kongre üyesiyle birlikte bir kez daha hapsedildi. Bu arada kansı Kasturbai altmış iki yıllık bir müşterek hayattan sonra hapishanede öldü. Churchill 1944?te Gandhi?yi serbest bıraktı. Artık bağımsızlık zamanı gelmişti, ama ne çileler ve ne acılar pahasına! Müslüman Birliği Hindistan?ın Müslüman çoğunluklu bölgelerini bir araya getiren ayrı bir devlet istemekte ısrar etti. Ama Gandhi bütün gücüyle bu parçalanmaya karşı çıktı. 1946?da görüşmeler çıkmaza girdi. Cinnah, Nehru tarafından kurulan geçici hükümete katılmayı reddetti ve 16 Ağustos 1946 günü için ?doğrudan eylem? çağrısında bulundu. Sonuç hüsrandı: Sadece Kalküta?da 5.000 ölüm! Yetmiş beş yaşındaki Gandhi yeniden hacı asasını eline alarak ve sırayla Hindular?ın ve Müslümanlar?ın evinde kalarak iki toplumu şiddet hareketinin en yoğun olduğu yerlerde barışmaya çağırdı. Kitabı Mukaddes?ten, Kuran?dan, BhagavadGita?dan pasajlar, ayetler okudu. Ancak bütün çabalarına rağmen, bö1üşüm planı şekillendi ve son Genel Vali Lord Mountbatten Hindistan İngiliz İmparatorluğu?nun Pakistan ve Hindistan olmak üzere iki dominyona ayrıldığını 14/15 Ağustos 1947?de ilan etti. Bunun üzerine gelmiş geçmiş en büyük göç hareketi başladı ve 12 milyon insan yerinden oldu. Müslümanlar Pakistan?a yerleşmek için Hindistan?dan ayrılırken, Hindular ve Sihler de aksi istikamette göç ettiler. Karşılıklı olarak insanlık dışı cinayetler işlendi ve ortaya korkunç bir bilanço çıktı. 1 i1a 2 milyon arasında insan öldü. Gandhi patlamaya hazır metropollerin başında gelen Kalküta?da ölüm orucuna yattı. Ve başarılı oldu: İki tarafın da eli kanlı militanları, Hindular ve Müslümanlar, ağlayarak Gandhi?nin yanına gelip silahlarını ayak ucuna bıraktılar. Ama en yakın kardeşleri, yani

Hindular arasından çıkan bir fanatik, Nathuram Godse adında biri, onlara zaman zaman yönelttiği ağır fakat haklı eleştirilere tahammül edemeyerek 30 Ocak 1948 günü cemaatle birlikte dua etmekte olan Gandhi?ye tabancayla üç el ateş ederek onu öldürdü. İki milyon Hintli ?Milletin babasına? yapılan muhteşem cenaze törenine yürekleri kan ağlayarak katıldı.

Lenin

Vladimir İliç Ulyanov Lenin(..._1924)

Bir siyaset kuramcısı ve eylem adamı olan Lenin, ustası Marx?ın görüşlerine uygun bir toplum yaratmak için, son derece geri kalmış bir ülke olan Rusya?da iktidarı ele geçiren Sovyet sisteminin temellerini attı, ama bu sistem yetmiş yıl sonra beklenmedik bir biçimde dağıldı. İktidarın zorla ele geçirilmesini ve proletarya diktatörlüğünü şiddetle savunan 1917 Rus Devrimi?nin önderi, komünizm umutlarının simgesi olmayı hala sürdürüyor.

Devrimin Kuramcısı

1870 yılının Nisan ayında, Simbirsk?te okumuş bir burjuva ailesinde dünyaya gelen Vladimir İliç Ulyanov, yükseköğrenim gördü. Eğitim müfettişi olan babasının mesleki kariyeri, Çarlık Rusyası?nda serfliğin kaldırılmasından sonra (1861) meydana gelen derin toplumsal değişikliklerin bir göstergesidir. 1887?de ağabeyinin Çar 111. Aleksandr?a karşı suikast girişimine katılma gerekçesiyle idam edilmesi, Viladimir Ulyanov?un devrimciliğe bağlanmasında belirleyici bir rol oynamıştı: Narodnik adı verilen halkçıların düzenlediği bu komplonun başarısızlığa uğraması, Lenin?i, ortaöğrenimini bitirdikten sonra Samara ve Kazan?daki Marksist yönelimli gruplarla ilişki kurmaya yöneltti.

Kazan Üniversitesi?nden atılan Lenin yükseköğrenimini Sen-Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi?nde tamamlarken, aynı zamanda işçi ve öğrenci hücrelerinde yer almayı da sürdürdü. Bu faaliyet boyunca yürüteceği politik mücadelede sürekli yanında olacak karısı Nadejda Krupskaya ile de burada tanıştı. Bu arada, kitaplar, broşürler ama daha da çok Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi?nin resmi metinlerini ve gazete makalelerini yazmaya başladı. Kullandığı sloganlara ve savunduğu görüşlere bakıldığında, o dönemdeki çatışmalar da göz önünde bulundurulursa, üslubunun alabildiğine polemik, hatta kimi zaman hakarete varacak derecede ağır olduğu söylenebilir: bir yandan çoğu kez düşman gibi gösterdiği rakiplerini gözden düşürmeye çalışırken, bir yandan da rakip devrimci örgütler arasındaki zorlu mücadelelerde militanları kendi doğrultusunda harekete geçirmeye çaba harcıyordu. İsviçre?ye (Plehanov ile görüşme), Paris?e (Paul Lafargue il görüşme) ve Berlin?e (Liebknecht ile görüşme) yaptığı bir geziden sonra, 1895 yılının Aralık ayında Sen-Petersburg?da tutuklandı ve üç yıl Sibirya?da sürgüne mahküm edildi; sürgün yıllarında Rusya?da Kapitalizmin Gelişmesi (1899) adlı eserini yazdı. Bu eserde, büyük sanayi işçilerine tarımdaki ücretlileri ekleyerek, ülkesinde 50 milyon dolayında proleter ve yarı-proleter olduğunu ileri sürdü. Resmi istatistiklere göre 1897?de 128 milyonluk nüfus içinde yalnızca 2 milyon kişiden ibaret olarak gözüken işçileri Rus toplumunda egemen güç olarak gösteren bu anlayışın temelinde devrimci yolu meşrulaştırmak ve yazarın Rusya ekonomisinin köklü birtakım değişikler yaşadığı yolundaki tezini kanıtlamak yatıyordu: Tarımda piyasa yasalarının egemen olmasının da gösterdiği gibi Rusya?ya kapitalizmin girişi geri döndürülemez bir süreçtir.

Bu nedenledir ki, Siavsever veya Narodnik akımların yaptığı gibi, Batı Avrupa?dakinden farklı özel bir gelişme doğrultusunu haklı çıkartacak bir Rus özgüllüğünü temel almak mantıklı olmayacaktı. Tam tersine, Lenin?e (1901?de Zaria dergisinde bu takma adı benimsemişti) göre, Rusya, tarım sektörünün büyüklüğüne rağmen sınai kapitalizm evresini yaşamak zorundaydı. Bu ülkede kapitalist gelişmeyi ve uygarlığın atılımını frenleyen şey, siyasi rejim ve tüm topluma derinlemesine kök salmış toplumsal ilişki olarak otokrasiydi. Bolşevik önder, bu geri kalmışlığın yeni bir kanıtını 1905 Devrimi?nin başarısızlığa uğramasından çıkardı: Rus burjuvazisi rejimi liberalleştirme yeteneğinden yoksundu ve Fransa?daki veya İngiltere?deki sınıftaşlarından farklı olarak çağdaşlaşma sürecini yönlendiremiyordu. Bu nedenle Rusya Ortaçağ kurum ve toplumsal gruplarıyla dolup taşıyordu. İktidara gelecek olan partinin görevlerinden biri de bunları ortadan kaldırmak olacaktı.

Tek Partinin Mucidi

Aydın bir burjuvazinin yokluğu, Rusya?da birçok sonuç doğuruyordu: İşçiler liberal bir burjuvaziyle karşı karşıya gelmemiş ve Batı?da olduğu gibi sınıf mücadeleleri boyunca bir politik kültür edinememişlerdi. Bu nedenledir ki işçilere sosyal demokrat sınıf bilinci ancak dışarıdan, özellikle aydınlardan taşınabilirdi. Dolayısıyla sınıf bilincini oluşturma ve aynı zamanda sınıflar arası güç ilişkisini dönüştürme görevi partiye düşüyordu. Böyle bir kaldıraçla, şu zorunlu koşula uyduğu takdirde parti gücünü kat be kat artırabilirdi: ?irade birliği?ni oluşturup sürdürmek.

Rus sosyal demokrat akımları arasındaki çatışmaların odağında örgütlenme sorunu yer aldı: 1903?te Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi?nin İİ. Kongresi sırasında, Lenin yandaşları (bu kongreden sonra Bolşevikler [Rusça ?çoğunluktakiler?] olarak anıldılar), Martov önderliğindeki rakipleri Menşevikler (?azınlıktakiler?) ile karşı karşıya geldiler. Ancak kısa süre bu iki grup arasındaki güçler oranı değişti ve sürgünlerle, polis baskısıyla ve perspektif yoksunluğuyla derinleşen tartışmalar sonucunda bu iki eğilim arasındaki kopuş gerçekleşti. 1900?den beri sürgünde yaşamakta olan Lenin, Rusya?ya geri döndü ve 1905 Devrimi sırasında Paris, Krakow ve Zürich?e gitti. Bir süre sonra iki eğilim arasında bir yakınlaşma olduysa da, Lenin, 1912?de Prag?da Bolşevik Partisi?ni kurdu. 1917 Şubat Devrimi?nden sonra, Almanya?dan kapıları mühürlenmiş uluslar ötesi bir trenle diğer siyasi sığınmacılarla birlikte ülkesine geri döndüğünde Lenin artık on binlerce insanın başında bulunuyordu:

Bolşeviklerin sayısı Ekim 1917 Rus Devrimi arifesinde dört yüz bine yaklaşmıştı.

Ne var ki Lenin partinin sayısal gücünden çok Rus toplumunun içten içe kaynayışının yarattığı imkanlarla ilgileniyordu: Burjuva Demokratik Devrim aşamasını atlayarak iktidarın proletarya tarafından fethi için doğrudan mücadeleyi öneriyordu. Ünlü Nisan Tezleri (1917) Troçki?nin ona katılmasını sağlarken, kimi Bolşeviklerin bu politikaya karşı çıkmasına yol açmıştı: Zinovyev ve Kamanev, 1917 kasım ayında Bolşevik Partisi Sovyetlerde çoğunluğu sağladığında Lenin?in ?Bütün iktidar Sovyetlere? sloganı doğrultusunda önerdiği ayaklanma yoluyla iktidarı ele geçirme politikasını benimsemediler. Kapitalizmin son aşamasında (emperyalizm) olduğunu ve bir tekelci devlet kapitalizmi biçimini aldığını düşünen devrim teorisyeni, Bolşevikler?in iktidar olabileceklerini ilan etti. Ancak bunu mümkün kılabilmek için, denetim, gözetim ve şiddet araçlarını, kendisinin üstün ve egemen bir rol oynadığı alabildiğine sınırlı bir makam olan polit büronun yönetimindeki partinin ellerinde yoğunlaştırılması gerekiyordu.

İktidar Uygulaması

Köylülere toprak dağıttıktan ve 1918 yılının Mart ayında Brest-Litovsk Antlaşması ile Almanlara geniş toprakları terk ettikten sonra rejim yıkıcı bir iç savaşla karşı karşıya kaldı. Bu, ?Savaş Komünizmi? adı verilen bir döneme yol açtı: tüm ekonominin millileştirilmesi, ayni vergiler. Bolşevikler iç savaştan galip çıktılarsa da, ülke yıkıma uğramıştı.

1921?de Lenin yön değiştirdi ve Yeni Ekonomi Politikası (NEP) adı altında piyasanın sınırlı bir biçimde geliştirilmesini teşvik etti. Ancak rejimin siyasi yapıları buna uygun biçimde esneyemedi. 1917 Ekim ayında açılan ve 1918 Ocak ayında Kurucu Meclis?in dağıtılmasına ulaşan süreçte, Bolşevikler?in dışında kalan partiler, sendikalar ve diğer dernekler yasaklandı; kamusal özgürlükler kaldırıldı. NEP ile birlikte, dini inançların kovuşturulması, bir temerküz kampı sisteminin kurulması sürdürüldü. 1921 mart ayında Kronştadt bahriyelilerinin ayaklanmasının bastırılışı, şiddet politikasının sürdürülmesinin simgelerinden biri olarak kaldı.

Tek parti sistemi pekiştirildi, parti içi tartışmalar sınırlandırıldı veya tümden yasaklandı: tek parti, toplumun ahengini gerçekleştirmek üzere tümüyle birleşmiş olmalıydı. Yeni iktidarın Rus (Liberal veya Menşevik) veya yabancı (Bertrand Russel gibi) ilk eleştirmenlerinin işaret ettiği gibi, sosyalizm, omurgasını partinin oluşturduğu siyasi-polisiye bir aygıta dayanıyordu. Lenin?in kendisi de kabul etmişti ki, Marx?ın saptamış olduğu halleriyle toplumsal kurumların bir tür altüst oluşu sırasında, 1917?de iktidarı ele almak için bir erken davranış söz konusu olmuş ve parti sosyalizmin ekonomik temellerini kendi başına atmak zorunda kalmıştı. Bu da parti içinde tasfiye hareketini yaygınlaştırmayı gerektirmiştir: Sürekli temizlik işte bu dönemde kurumsallaştırılmıştır.

Milli Mesele ve Uluslararası Strateji

Lenin iki zorunlulukla karşı karşıya idi: çarlığı yıkmak için, merkezi bir parti öneriyordu; ancak milli taleplerde Rus İmparatorluğu?nu parçalayıcı bir dinamik görüyordu. Nitekim Rus İmparatorluğu?nda milliyete dayalı (Polonyalı, Letonyalı) devrimci partiler vardı; oysa Lenin ?tek irade? adına, federatif değil, merkezi bir parti örgütü arzuluyordu: Özellikle Yahudi işçileri bir araya getirmiş olan Bund?a karşı çıkıyordu. Bununla birlikte, 1914 Savaşı sırasında, halklara kendi kaderlerini kendilerinin belirleme hakkının tanınması gerektiğini ilan etti. Böylece Lenin hem Rosa Luxemburg gibi, milli taleplerin her zaman burjuva karakterli olduğunu savunanlardan, hem de Otto Bauer gibi milliyetlerin ?kültürel özerkliği?ni savunan Avusturyalı Marksistlerden ayrıldı. İktidara gelinip, Stalin Milliyetler Halk Komiseri olarak atandıktan sonra, Bolşevikler, kaba bir biçimde merkeziyetçi bir politika izlemeye koyuldular; nitekim 1921?de bağımsızlık yolunu seçmiş olan Gürcistan?ı işgal ettiler.

1918?dekinden farklı olarak, devletin toprak yapısını düzenlemeyi de öngören 1923?teki yeni SSCB Anayasası?nın hazırlanması sırasında, Stalin, Rusya?nın egemenliğini sağlayan bir şema önerdi. Kimi Gürcü komünistler buna karşı çıkarken 1922 yılının Mayıs ayında bir silahlı saldırıya uğradığı için rahatsız olan Lenin de uyardı. Kremlin?in duvarları arkasında, Stalin?e var gücüyle ama boşuna karşı çıktı. Büyük Rus şovenizmi eleştirisi, geniş ölçüde, stratejik birtakım değerlendirmelerden kaynaklanıyordu. Devrimin Batı?da yayılması umutları, 1919?da 111. Enternasyonal?in kurulmuş olmasına rağmen, boş çıkmıştı: Bunun üzerine Lenin yüzünü sömürge ülkeler halklarına ve Asya?ya çevirmişti. Politik bir analizle, ekonomik düzeydeki bir hiyerarşiyi tersine çeviriyordu. Emperyalizmin egemenliği altındaki köylü milletlerin Sovyetler Rusyası?nın varlığı sayesinde, sosyalizm yoluna girebileceklerini, ancak Büyük Rus şovenizminin bunu engelleyici bir etken olabileceğini düşünüyordu. İşte bu nedenle geçmişteki tutumuyla çelişse de Büyük Rus şovenizmine karşı uyanık olma çağrısı yapıyordu; ancak sonuç alamadı. 1923 yılının Mart ayında uğradığı üçüncü silahlı saldırı sonucunda felç olup konuşamaz hale gelen Lenin 21 Ocak 1924?te yaşama gözlerini yumdu.

Leninci Politika Anlayışının Özgünlüğü

Lenin kimi zaman kendisini tümüyle tek başına bırakan herkese aykırı sloganlar benimsemiştir: Nitekim 1914 Savaşı sırasında, emperyalist savaşı kendi hükümetine karşı bir iç savaşa dönüştürmeyi savunan Avrupa?daki hemen hemen tek siyasi önderdi. Diğer yandan, 1918 yılının Mart ayında büyük bir katılıkla, ilk komünist rejimi kurtarmak için Almanya ile tek başına barışı savunuyordu. Taktik manevralarda Lenin?in esnekliği daha da fazladır; tek bir sabiti vardır: politikayı güçler arası bir mücadele olarak kavrar. Bakış açısı, çağdaş sivil toplumu bitip tükenmek bilmeyen bir iç savaş alanı olarak tanımlayan Marx?ın geleneğine uygundur. Ancak Lenin?in yaklaşımı, bir başka zamanın ve bir başka yönelimin yazarı olan Carl Schmitt?inkinden (1888- 1985) de pek uzak değildir; ona göre politika dost ile düşman arasında ayrım gözetme sanatıdır. Bolşevik lider açısından, parlamenter tipte yöntemler değerlerini yitirdiğinde ayaklanma politik eylemin tepe noktası haline gelir.

Tarih konusunda bilimsel hakikati elinde tuttuğuna inanan Lenin, sonu olmayan bir iğrençlik olan kapitalizmin iğrençliği yerine iğrençlikle dolu bir sonun (devrimci iç savaşın) evla olduğunu düşünüyordu. Rus toplumunu asalaklardan ve kulaklar, ?isterik aydınlar? hatta ?kötü komünistler? gibi açıkça düşman olmasalar da zararlı olan tüm ?nesnel düşmanlar?dan ?temizlemek? istiyordu. Toplumun sağlığa kavuşturulması yönündeki bu görüş, politikanın savaş gibi görüldüğü bir anlayışla birleşiyordu: Daha 1905 Devrimi?nden önce kitlesel şiddet ve ?temizlik? yanlısı olan Lenin, XX. yy başlarında Rusya?nın ve dünyanın yaşadığı trajediler sonucunda bu anlayışını pekiştirdi. Bu çerçevede totalitarizmi doğuran siyasi savaşı önerdi.

Lenin?in Vasiyeti

1922 yılının aralık ayında uğradığı ikinci silahlı saldırıdan hemen sonra Lenin, ?vasiyeti? olarak kabul edilen notlan yazdırdı. ?Kabalığı? nedeniyle Stalin?in Komünist Partisi Merkez Komitesi genel sekreterliği görevinden alınmasını öneriyordu, İktidarın sınanmış, ?eski Bolşevik? birkaç yüz militanın elinde toplanması çağrısını yapıyordu. Böylece Lenin Stalin?in eksiklerini sosyolojik olmaktan çok psikolojik terimlerle dile getiriyor ve Stalin?in aşırılığa vardıracağı ?tek irade?ye yüksek değer biçilmesi konusuna değiniyordu. Kruşçev, 1956?da ?kişiye tapma? tutkusunu eleştirdi. Bu formül, 1903?ten itibaren Lenin?e karşı, onu Robespierre ile karşılaştıran militanlar tarafından kullanılıyordu. Lenin ?Jakobencilik? istiyordu, ama aynı zamanda zorunlu bir merkezileşme ve partinin denetimi altında kitlesel terör uygulanmasını da öngörüyordu.

Rus Devrimi (1917)

Asker ve sivil halkın Birinci Dünya

Savaşı sırasında çektiği acılar, topraksız köylülerle işçilerin kökü eskiye dayanan hoşnutsuzluğunu daha da arttırdı. Bunun yanı sıra askeri başarısızlıklar da imparatorluk topraklarında baskı altında yaşayan uluslar ve liberal burjuvalar karşısında baskıcı Çar rejimini zayıflattı. 1917?de kıtlığın neden olduğu sayısız işçi gösterileri devrime doğru atılan ilk adımdı; devrim dört aşamada gerçekleşti.

1. Şubat Devrimi (Rus takvimi). Petrograd?da 8 ile 13 Mart (Gregoryen takvimi) arasında bir grev ve grevi bastırmakla görevlendirilen birliklerin isyanıyla başladı. Topyekun ayaklanan şehirde iki devrim hükümeti kuruldu: bunlardan birincisi Duma ?nın liberal milletvekillerinden oluşan geçici hükümet, ikincisi ise işçi ve askerlerin Sovyet?iydi. 15 Mart?ta İİ. Nikolay tahttan feragat etti. Kardeşi grandük Mihail, Çar olmayı reddedince monarşi askıya alındı.

2. Prens Lvov hükümeti. Anayasal Demokrat Parti?den (KD) Milyukov?un başkanlığında, Mart?tan Mayıs?a kadar görevde kalan hükümet, Kurucu Meclis seçimlerini hazırladı; savaşı sürdürme kararı, köylü, işçi ve asker Sovyetler?inin tepkisiyle karşılaştı; tepkiler giderek büyüdü. Sürgünden dönen Lenin, acil barış ve toprak reformu taleplerini içeren Nisan Tezlerini yayımladı; parlamento rejimi yanlılarına karşı mücadele verdi. Kerenskiy?in hakim olduğu ikinci Lvov hükümeti (19 Mayıs?15 Temmuz) burjuva demokratlarla Bolşevik olmayan sosyalistleri bir araya getirdi. Brusilov saldırısının başarısızlığa uğraması, orduda giderek artan çözülme ve Petrograd?da bir Sovyetler kongresi toplanması Bolşevik ayaklanmasına

(17 Temmuz) zemin hazırladı. Ayaklanmanın başarısızlığa uğramasının ardından Lenin Finlandiya?ya kaçtı.

3. Kerenski hükümeti (20 Temmuz-6 Kasım). Kerenski hükümeti ılımlı sosyal demokrat eğilimliydi. General Kornilov?un karşı-devrimci ayaklanma girişimine karşı koymak zorunda kaldı; Kornilov?un başarısızlığa uğraması, hükümetin aldığı önlemlerden çok Sovyetler?in kararlı direnişleri sayesinde oldu. Kerenskiy bundan sonra cumhuriyeti ilan etti (14 Eylül); Bolşevikler?in geri dönmesini sağladı ve Kurucu Meclis seçimlerinin tarihini 6 Aralık olarak belirledi.

4. Ekim Devrimi. Kerenskiy?in bu girişimleri, Bolşevikler?in sonbahardan beri büyük ölçüde etkili oldukları işçi ve asker Sovyetler?inin, kararlılıktan yoksun bir geçici hükümete karşı, fiili olarak oluşturduğu karşı hükümeti göz ardı etmek anlamına gelmekteydi. Bolşevikler, kitlelerin radikalleşmesine yanıt verebilmek için, ayrıca da Avrupa?da genel bir ayaklanmanın eşiğinde bulunulduğunu da hesaba katarak Sovyetler?in de desteğiyle Ekim Devrimi?ni başlattılar. 6- 7 Kasım gecesi (eski takvimde 24-25 Ekim) Avrora zırhlısının toplarını Kışlık Saray?a çeviren Kronştadt denizcilerinin desteğiyle Petrograd?a egemen oldular. Kerenskiy kaçtı. 26 Ekim?deki İİ. Sovyet Panrus Kongresi bir halk komiserleri (hepsi Bolşevikler?den oluşuyordu) konseyi kurulmasıyla sonuçlandı; konsey, köylü sınıfı adına büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koydu; fabrikaları işçilerin denetimine verdi; 31 Aralık?ta merkezi güçlerle ateşkesi ve 3 Mart 1918?de Brest-Litovsk Antlaşması?nı imzaladı. Ancak yeni rejimin güçlenmesi iç savaş ve dış müdahale sınavlarından geçmesi gerekti.

Lenin Yönetiminde SSCB

Gerçek anlamda 1920 Kasım?ında biten iç savaşın sonunda ülke tükenmişti. Köylerdeki zoralımlar, kırsal kesimin yeni rejime toptan muhalefetine yol açtı. Öteki sol partiler tarafından suçlanan, Sovyetler?in Bolşevikleştirilmesi, 1921 Şubat?ında çok partililiği ve yeni Sovyetler?in özgür seçimini talep eden Kronştadt denizcilerinin isyanına neden olmuştu. Kanla bastırılan, ?Devrim?in ilk askerleri?nin isyanı uyarı niteliğindeydi; 1921 başında toplanan X. parti kongresi buna karşı harekete geçti. Kongre savaş komünizminin sona erdiğini ve yeni ekonomik politikanın (NEP) [Novaya Ekonomiçeskaya Politika] yürürlüğe girdiğini ilan etti. Lenin tarafından savunulan bu politika değişikliği, zoralımların ve savaş komünizminin zorlayıcı önlemlerini ortadan kaldırarak özel girişime kısmi bir dönüşü gösterdi. Ekonomi, önceleri şaşırtıcı bir hız kazandı. Buna karşılık siyasi alanda X. kongre, açık ve birbiriyle çelişen tartışmalar geleneğini kesintiye uğratarak, parti içindeki hizip ve farklı eğilimleri yasakladı. Azınlıktaki bir Bolşevik hizip olan İşçi Muhalefeti açıkça eleştirildi ve partinin birliğine zarar vermekle suçlanan muhaliflere karşı bir tasfiye hareketi başladı. 1917 Kasımı?ndan başlayarak parti, Kızıl Ordu askerleri, memurlar, temel kaygıları toplumsal konumlarını güçlendirmek olduğu için ideolojik aşırılıklar dışında kalan genç şehirliler gibi birçok yeni üyenin akınıyla dikkate değer biçimde büyümüştü. Partinin yeni tabanı, rejimin giderek kurumsallaşmasını yansıttı. 30 Aralık 1922?de kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), bu tarihte Ukrayna, Beyaz Rusya ve Transkafkasya, Rusya cumhuriyetlerini (tüm Orta Asya?yı kaplamaktadırlar) içine alır. 1923 ve 1924?te yenilenen Sovyet Anayasası, cumhuriyetlerin hukuki eşitliğini ve bağımsızlığını ilan etti. Ama gerçekle Birliğin kurumsal işleyişi, merkezi iktidarın cumhuriyetlerdeki organlara müdahalesini kolaylaştırdı. 1936 Anayasası?nın kabulüne kadar bölgesel sınırlarda ve statülerde birçok değişildik yapıldı. Bu anayasa, Sovyetler Birliği?ne, İkinci Dünya Savaşı sonunda yeni düzenlemelerin gündeme geleceği batı sınırları dışında, hemen hemen son biçimini verdi. Mayıs 1922?de geçirdiği kalp krizinden sonra Lenin, siyasi hayata çok az katıldı ve 1923 Martı?nda siyasetten tamamen uzaklaştı; su yüzüne çıkan, parti yönetimindeki muhalefet hareketlerini canlandırmıştı.

BAŞLICA YAPITLARI

?Halkın Dostları? Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar? (1894)

Rusya?da Kapitalizmin Gelişmesi (1896/99)

Ne Yapmalı? (1902)

Bir Adım İleri İki Adım Geri (1904)

Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği (1905)

Materyalizm ve Ampriyokritisizm (1908)

Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1910)

Nisan Tezleri (1917)

Devlet ve İhtilal (1917)

İşçi Sınıfı İktidarı ve Kautski Melunu (1918)

?Sol? Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı (1929)

Toplu Yapıtları (ölümünden sonra, 45 cilt, 1960-1970)

Charles Darwin

Charles Darwin

Bilim tarihinin en önemli biyologlarından biri olan Darwin, bilim adamlarının gözünde türlerin evriminin gerçek olduğunu ilk defa kanıtlayan bilgindir; halkın gözündeyse ?insan maymundan türemiştir? kuramının babası olmaya devam ediyor.

Charles Darwin?in kuramı felsefi alanda büyük bir yankı uyandırdı, çünkü bu kuram insanın evrendeki yeriyle ilgili görüşü tamamen değiştirdi. Daha doğrusu Darwin, Kopernik?in üç yüzyıl önce başlattığı, insanın kozmostaki üstün konumuna son veren, onu ?tahtından indiren? hareketin tamamlanmasını sağlamış oldu. (XVI. yy?da Polonyalı astronom, Güneş?in Dünya çevresinde değil, Dünya?nın Güneş çevresinde döndüğünü söyleyerek, insanoğlunun yaşadığı toprağın evrenin merkezi olduğu yolundaki, genel kabul gören görüşü sorgulamıştı) XIX yy?da, Darwin?le birlikte, bu defa insanoğlunun dünyadaki yeri sorgulanıyordu: İngiliz doğabilimciye göre insanoğlu da yeryüzüne diğer hayvan türlerinin tabi olduğu mekanizmaya göre gelmişti.

Keşif Yolculuğu

Charles Darwin 1809?da Shrewsbury?de (Birmingham?ın batısı), hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu (babası hekimdi). 16 yaşında tıp öğrenimi görmesi için Edinburgh Üniversitesi?ne gönderildi. Ancak bu konu ilgisini çekmediği için babası ona rahip olmasını ve bu amaçla Cambridge Üniversitesi?nde öğrenim görmesini önerdi. Bununla birlikte, Darwin?i en çok ilgilendiren konu doğa tarihiydi. Çocukken koleksiyon yapmaktan (kınkanatlılar, mineraller) ve kırda gezinirken kuşları gözlemekten çok hoşlanırdı, daha sonra Edinburgh?da deniz kabukları koleksiyonu yaptı. Kuş avlamayı ve sonra onları tahnit etmeyi öğrendi. Bu çalışmalar onu yerel doğa tarihi dernekleriyle ilişki kurmaya (kısa süre sonra söz konusu kurumların yayımlarında, topladığı hayvan örnekleri üzerine kısa incelemeleri yayımladı) ve tecrübeli doğa, bilimcilerin arasına karışmaya yöneltti. Özellikle Cambridge?de botanik profesörü, saygın bir isim olan Joseph S. Henslow?la dost oldu; onun sayesinde, kraliyet deniz kuvvetlerine ait Beagle gemisinin Güney Amerika kıyılarında yapacağı resmi keşif gezisine katılmak olanağını buldu. Keşif yolculuklarının sayısı XVIII. yy?dan beri artmıştı. Egzotik bölgelerin coğrafyası, faunası ve bitki örtüsü üzerine şaşırtıcı bilgiler deneyen Kaptan Cook gibi keşifler, büyük bir ün kazanmışlar ve bilgilerin önemli ölçüde artmasını sağlamışlardı. Darwin Cambridge?deyken, büyük bir doğa bilimci ve XIX. yy başlarının kaşiflerinden olan Alexander von Humboldt?un eserlerini ilgiyle okumuştu. Humboldt onda, bir keşif gezisine katılmak ve otobiyografisinde de belirteceği gibi, ?doğa biliminin soylu yapısına bir katkıda bulunmak? isteği uyandırdı. Bu bağlamda Beagle?la yolculuğa çıkmak teklifi tam yerini bulmuş oluyordu. 27 Aralık 1831?de gemi beş yıl sürecek (2 Ekim 1836?ya kadar) ve Charles Darwin?in kaderini değiştirecek bir yolculuk için denize açıldı.

1838?de Darwin, artık teorisinin temel noktalarını geliştirmişti. Fakat Darwin çalışmalarının sonuçlarını yayımlamakta duraksadı ve 1858? de A.R. Wallace?ın türlerin evrimi, var olma mücadelesi ve hayvanların üreme hızı ile ortalama sayılarının yiyecek miktarına bağlılığı konularını ele aldığı çalışması eline geçene kadar 20 yıl bekledi. Durum böyle olunca, dostları işi oldu bittiye getirip 1 Temmuz 1858?de Londra?daki Linn Derneği?nde Türlerin Çeşitlilik Eğilimi ve Doğal Ayıklanma Yoluyla Türlerin Çeşitliliğinin Devamı Üzerine ortak başlığıyla Darwin?in ve Wallace?ın bildirilerini okudular. Darwin, en önemli kitabı Türlerin Kökeni?ni ancak 1859?da yayımlayacaktı.

Evrimin İtici Gücü: Doğal Ayıklanma

Türlerin evrimi artık ortama uyum sağlama ile değil, ayıklanma kavramıyla açıklanmaktadır. Canlı kavramı, ancak ortam kavramına bağlı olarak anlam kazanır. Lamarck?a göre ortam, organizmanın uymak zorunda olduğu ?etkili koşullar? bütününü belirtirken, Darwin, canlının diğer canlılarla ilişkisini vurgular; canlı, başkalarıyla rekabet, yararlanma ve yok etme ilişkilerini sürdürür. Hem av, hem de avcı olduğu gerçek ortamı oluşturan da diğer canlılardır. Gücün sürekli egemen olduğu bu dünyada, bu yaşam kavgasında, bir bireyde meydana gelen yapısal değişimler, ya onun lehine ya da aleyhine rol oynayacaktır En iyi silahlanmış bireylerin soyları daha kalabalık, diğerlerinin ise tersine sayıca daha az olacaktır. Demek ki doğa, avantaj niteliğindeki bazı değişimleri koruyup dezavantaj oluşturanları eleyen bir elek görevi görmektedir. Darwin, ?bu elverişli değişimlerin korunup elverişsiz olanların atılmasına doğal ayıklanma adını veriyorum?, diye yazmıştır. Darwin?e göre bu değişimler büyük boyutlu değildir, ama soylara göre küçük farklılıklar gösterirler. Sadece aşamalı olarak birikenler kayda değer değişimlere yol açar. Böylece, klasik formüle göre ?doğa, sıçrama yapmaz? ve evrim, çeşitlilik üzerindeki doğal ayıklanmadan kaynaklanan türlerin, yavaş ve aşamalı değişiminden başka bir şey değildir. Burada söz konusu olan, yenilikçi ama olumsal, doğanın gizli düzenini ifşa etmekle hiçbir ilgisi bulunmayan ve her türlü kayırımcılığa karşı olan uzun ve kör bir süreçtir.

Darwin?in teorisi genel bir kabul görmüştür. Ancak Lamarck?ın, edinilmiş özelliklerin kalıtımla aktarıldığı biçimindeki artık terk edilmiş anlayışını koruyan ve çeşitliliklerin kaynağına yeterince inmeyen bu teori, zorunlu olarak birçok kez yeniden gözden geçirilmiştir.

Darwinciliğe Saldırılar

Türlerin Kökeni?nin yayımlanmasından sonra Darwin, korktuğu gibi, felsefi-dini alanda şiddetli saldırılara uğradı (zaten kuramını yayımlamak için yirmi yıl beklemesinin sebeplerinden biri de buydu). Tartışmanın en can alıcı bölümlerinden biri, İngiliz Bilimsel İlerleme Derneği?nin 30 Haziran 1860?ta Oxford?da toplanan yıllık oturumunda meydana geldi. Anglikan Piskoposu Samuel Wilberforce bu toplantıda Darwin?in kuramının bütününe saldırdı, Wilberforce?a göre, doğanın hiçbir yerinde türlerin dönüşüme uğradığı görülmemişti, hele insanın bir maymun türünden gelmesi kesinlikle düşünülemezdi. Darwin o oturumda bulunmadığı için onun yerine dostları, biyolog T. H. Huxley ve özellikle de J. Hooker cevap vererek, piskoposun öne sürdüğü bilimsel kanıtların zayıflığına dikkat çektiler. Kitabın yayımlanmasını takip eden yıllarda, bilim adamlannın çoğu Darwin?in kuramını benimsedi. Bunlardan, ancak ünlü biyolog Louis Agassiz gibi bazılan türlerin değişmezliğini ısrarla savunacaktı (Agassiz, art arda bir dizi yaratılış gerçekleştiğini, 1873?te ölünceye kadar savunmaya devam etti).

Daha sonra, türlerin evrimini yadsıyanlar yalnızca bilim adamı olmayanlardan da çıktı; bunlar Amerikan köktencileri gibi bütüncülük yandaşlarıydı, bunlar bugün de evrim kuramının ABD?deki okullarda öğretilmesine karşı çıkıyorlar. Bununla birlikte, Anglikan Kilisesi?nin tutumu zamanla yumuşadı ve Darwin 1882?de öldüğünde yüksek rütbeli din adamlarının övgüleri arasında Westminster?de Newton?un yanına gömüldü. Ancak Katolik Kilisesi evrim fikrini ancak 1950?de, Papa XII. Pius?un Humani Generis başlıklı genelgesiyle kabul etti. Birçok bilim adamı türlerin evrimi fikrini kabul etmekle birlikte, doğal ayıklanma kavramına karşı çıktılar. Onlar hayvanların çevreye uyumunu açıklamak için, doğal ayıklanmadan çok, kazanılmış özelliklerin soyaçekimi ilkesine başvuruyorlardı (onlara göre, zürafa ağaçların yüksek kesimlerindeki yapraklan yemek için uzun bir boyuna sahipti ve bu özelliğini döllerine aktarmıştı). Bu anlayış Lamarck?ın eski kuramında da bulunduğundan, bu okula ?Yeni-Lamarckçı? adı verildi (bu okulun Fransa?da pek çok yandaşı vardır; son büyük Yeni-Lamarckçı Zoolog Pierre Paul Grasse, 1985?te öldü). Bu araştırmacılardan çoğu, evrimin, doğal ayıklanma kuramının öne sürdüğü gibi rastlantı eseri gerçekleşmediğini ve en karmaşık canlı durumundaki insanın ortaya çıkışının zorunlu olduğunu, çünkü onun kozmik evrimin bütününe bir anlam kazandırdığını savunurlar. Bu tip kuramların Fransa?daki yandaşları arasında filozof Henri Bergson?u (Yaratıcı Tekamül, [l?Evolution Creatrice, 1907]), daha sonra da cizvit ve paleontolog Pierre Teilhard de Chardin?i (?İnsan Olgusu? [le Phnomenü humain, 1955]) sayabiliriz.

Eugenik Bilimi Ve Sosyal Darwincilik

Eugenism, doğal ayıklanma düşüncesinden kaynaklanmış olan girişimlerin en tehlikelisi olarak kabul edilir.

Eugenism, Darwin?in kuzeni olan Francis Galton?ın çalışmaları sonucunda ortaya çıktı. Galton, ırkların sınıflandırılması düşüncesini ve ?en yetenekli? olanlarının gelişmesini desteklemek gerekti-

ğini savundu. 1870?ten nazizmin yükselişine kadar olan ilk dönemde, özellikle bol miktarda İngilizce ve Fransızca eser aracılığıyla bu düşünceler yayıldı. Burada amaç, özellikle sosyal yardımları en yetenekliler?e aktararak bunların çoğalmasını kolaylaştırmaktır. Bu düşünceleri sistemli bir şekilde uygulamaya koyan Hitler, işi ?aşağı ırk?tan saydığı insanların elenmesine kadar vardıracaktı. Genetik alanındaki başarılar, örneğin bazı hastalıklarda etken olan ?kötü genler?in ortaya çıkarılması veya ayıklanması şeklinde bilimsel bir seçimi mümkün kılmaktaydı. Eugenism uygulamaları kolaylıkla otoriter ve polisiye bir görünüm alırken, sosyal Darwincilik, insan davranışlarını, doğal dünyaya özgü yaşam mücadelesi modeline göre yorumlamakla yetinme niyetindeydi. İlk temel biçimi, rekabet ve ayıklanma düşüncesinin toplumsal plana aktarılmasıydı; bu da, XIX. yy?da başarı kazanan ekonomik liberalizmdir. 1970?li yıllarda ortaya çıkan ve ?hümanist? sosyobiyoloji diye adlandırılabilecek olan ikinci biçimi, insan davranışlarının tümünü genetik bir temele indirgemeye çalışır. Ahlaki planda tartışmaya bile gerek kalmadan, Eugenism ile sosyal Darwinciliğin birçok karışıklık üzerine kurulu olduğunu söylemek gerekir. İnsan topluluklarının genetiği, ırk düşüncesinin ne kadar az güvenilir olduğunu göstermiştir. Her toplum, tek bir tipin varlığı ile değil, genetik çok biçimlilikle nitelik kazanır. Öte yandan, ?Darwinci yetenek? ve doğal ayıklanma kavramları, kesinlikten yoksundur. Bu noktada ideolojik çabaları, bilimsel kavramlara bağlı olanlardan ayırt etmek gerekir.

Düşünce Kaynakları

Darwin, evrim kuramının doğal ayıklanmayla ilgili bölümünde iki ayrı kaynak eserden esinlenmişti:

bir yandan, 1838?den itibaren Thomas Malthus?un ?Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfusu Üzerine Bir Deneme?sini (An Essay on the Future Improvement of Society), okumuştu; diğer yandan, Cambridge?deki öğrenciliği sırasında, hayvan yetiştiriciliğinin uyguladığı ıslah ve ayıklama çalışmaları hakkında bilgi edinmişti.

Malthus?a göre, bir insan veya hayvan topluluğu, bütün bireyleri yetişkin yaşa gelir ve ürerse çok büyük bir hızla iki katına çıkabilir. Darwin buradan hareketle hayvan topluluklarının az çok kararlı bir nüfusu korumalarını, çok sayıda bireyin üreme yaşına gelmeden ölmesine bağlamaktadır. Ancak kendilerini yaşam koşullarına iyi uyarlayanlar üreyecek yaşa gelebilmektedir. Her şey sanki yaşam zorlukları üremeye yatkın bireyler arasında bir ayıklama yapıyormuş gibi gerçekleşmektedir (?doğal ayıklanma? deyimi de buradan gelmektedir).

Buna karşılık Darwin, üreyecek bireylerin at, sığır veya köpek yetiştiricileri tarafından bilinçli olarak ayıklandığına işaret eder. Doğal ayıklanmanın tersine, bu suni ayıklama, bireylerin verimliliklerinde (ineklerin süt verimi, tavukların yumurtladığı yumurta sayısı) veya bedensel görüşlerinde (buldog, foksteriyeden veya senbernardan çok farklı bir görünüşe sahiptir) çok belirgin bir değişiklik meydana gelmesini sağlar. Demek ki kaynak türün bir çeşidinin zaman içinde yeterince evrim geçirerek çok farklı özelliklere sahip yeni bir türün kaynağı haline gelmesi mümkündür. Darwin, Türlerin Kökeni?ni yayımladığı sırada, doğal ayıklanma konusunda dolaysız bir kanıt ortaya koyabilmiş değildi. Dört yıl sonra İngiliz doğa bilimcisi Henry W. Bates, bazı Amazon kelebeklerinin, kanatlarında, kuşların yemekten kaçındıkları pis kokulu bir kelebeğin kanatlarında bulunan renkli motiflere benzer motifler taşıdıklarını belirtiyordu. Bu tür bir öykünme ancak doğal ayıklanmayla açıklanabilir: bir kelebeğin renkli motifleri, pis kokulu türün motiflerine ne kadar çok benzerse, hayatta kalma ve döl bırakma şansı da o kadar yüksek olacaktır. Belli bir süre sonra, pis kokulu kelebekler ile onları taklit edenler arasındaki benzerlik neredeyse mükemmel bir hale gelecektir. Darwin bu örneği Türlerin Kökeni?nin daha sonraki baskılarında kullandı.

Evrimin Kanıtları

Darwin kitabının daha ilk baskısında, sonunda meslektaşlarını ikna edecek ve her zaman kabul gören ve günümüzde de öğretilen beş temel kanıtını öne sürdü. Bunlardan birincisi paleontolojiyle ilgilidir: fosil türler ne kadar eskiyse, yaşayan türlere o kadar az benzerler. İkinci kanıt biyocoğrafyayla ilgilidir: bir ana türden gelen türler genellikle atalarıyla aynı coğrafi bölgede yaşarlar (bu yüzden, Güney Amerika, Güney Afrika veya Avustralya faunaları?nda hemen hemen aynı iklim hüküm sürse de aynı hayvanlardan meydana gelmez; bu bölgeler başlangıçta ataları farklı olan türlerin barınağıydı; mesela keseli hayvanlara Avustralya?da rastlanıyor, buna karşılık Afrika?da rastlanmıyordu). Üçüncü kanıt sınıflandırmayla ilgilidir: biyologlar türleri familyalar halinde bir araya getirilen cinsler içinde gruplandırmışlardır ve bireyler için geçerli olan, türler için de geçerlidir; onları sınıflandırmanın mümkün olması, aralarında çok eski bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Dördüncü kanıt, hayvanların morfolojisiyle ilgilidir: bir türden diğerine görünüşte çok büyük farklılıklar gösteren organlar, birbirine benzer olabilir, yani tamamen aynı, ama oranları farklı unsurlardan meydana gelmiş olabilir. Mesela insanın eli ile atın bacağı aynı kemik takımından (tarak kemikleri) oluşmuştur. Böyle bir benzerlik ancak çok uzak bir ortak atadan kaynaklanan, organların oluşum planındaki kalıtımsal bir geçişle açıklanabilir. Nihayet beşinci kanıt, birbirine yakın türlerin embriyon gelişiminin başlangıç evreleri arasındaki benzerlikle (yalnızca son evreler farklılık göstermektedir) ilgilidir. Burada da, mümkün tek açıklama, aynı gelişim planının başlangıçtan itibaren aktarılmış olduğudur. Jeolojik Çağlar boyunca balıklardan amfibyumlar ve onlardan sürüngenler türemişse ve sonra bunlardan da memeliler türeyip ortaya çıkmışsa, o zaman, memeli embriyonun- da balık, amfibyum ve sürüngen embriyonlarını anımsatan başlangıç evrelerinin bulunması mantıklıdır. Özellikle bu sonuncu kanıt

akla yatkındır, çünkü memeli türlerinin tek tek ?yaratılmış? oldukları varsayımında, embriyonların, balıkların su yaşamına uyarlanmaları evresini anımsatan bir uyarlanma evresinden geçmeleri (özellikle de solungaç yarıklarının varlığı) açıklamasız kalmaktadır.

Darwin?in Mirası

Darwin Türlerin Kökeni?ni yayımladığı sırada, kalıtımsal değişmelerin bireylerde kendiliğinden ortaya çıktığını ve doğal ayıklanma izin verirse, onların döllerine de aynen aktarıldığını varsayıyordu, ama kalıtımın ne şekilde yürüdüğü konusunda en küçük bir fikri yoktu. Darwin, kuramındaki bu boşluğu kapatmak için 1868?de ?Evcilleştirilen Hayvan ve Bitkilerde Değişiklik? (The Variation of Animais and Plants Under Domestication) adlı kitabını yayımladı. Bu eserde öne sürdüğü, ?pangenez kuramı? diye bilinen kalıtım kuramı ne yazık ki yanlıştı. Kalıtım yasaları ancak 1900?de, Hollandalı Biyolog Hugo de Vries tarafından ortaya kondu; De Vries bunlara ?Mendel yasaları? adını verecekti, çünkü Moravyalı Rahip Gregor Mendel?in bu yasaları kendisinden çok önce keşfettiğini öğrenmişti.

H. de Vries de türlerin evrimi üzerine bir kuram yayımladı: ?Mutasyon kuramı, Bitkiler Aleminde Türlerin Kökeni Üzerine Deneyler ve Gözlemler? (1901-1903). Mutasyon diye adlandırılan bu kuram, yeni türlerin ortaya çıkması sürecinde esas rolü genetik değişimlere atfetmekte, doğal ayıklanmaya pek az yer vermektedir. Dolayısıyla, kalıtım yasalarının keşfi, ilk genetikçilerin Darwin?in doğal ayıklanma kuramına karşı düşmanca bir tavır almalarına da yol açtı (bu? na karşılık genetikçiler türlerin evrimi fikrini elbette kabul ediyorlardı). Amerikalı nüfus genetikçisi Theodosius Dobzhansky, 1937?de yayımladığı ?Genetik ve Türlerin Kökeni? (Genetics and the Origin of Species) adlı eserinde, Mendel?in kalıtım yasalarının mükemmel bir şekilde doğal ayıklanma kuramıyla birleştirilebileceğini ve böylece yeni türlerin oluşum sürecinin açıklanabileceğini gösterdi. Yüzyılımızın biyologları tarafından büyük ölçüde kabul edilen ve Darwin?in anısına ?Yeni darwinci? diye adlandırılan kuramın çıkış notasında bu fikir vardır; nitekim yeni darwinciler kuramla ilgili önemli düzeltmeler yapmak gerektiğini gösterdiler. Nihayet Darwin, Türlerin Kökeni?nde örtük olarak bulunmakla birlikte, biçimsel olarak belirtmediği noktayı, yani ?insanın atası maymundur? görüşünü ortaya koyacaktı: ?İnsan Soyunun Türemesi ve Cinsiyet Bağlı Ayıklanma? (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex, 1871). Oysa dostu T. H. Huxley, ?İnsanın Doğadaki Yerine İlişkin Kanıtlar? (Evidenc as to Man?s Place in Nature, 1863) adlı eserinde, anatomik kanıtlara dayanarak, insan ile şempanzenin ortak atalardan türediklerini göstermiş bulunuyordu. Darwin ?İnsanın Türemesi?, daha sonra da ?İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi? (The Expression of the Emotion in Man and Animais, 1872) adlı çalışmalarında, insan ruhunun pek çok yönünü doğal ayıklamayla biçimlenmiş içgüdülere bağlayarak, insanla ilgili biyolojik yorumunu daha da ileri götürdü. Böylece ?toplumsal darwincilik? denen görüşün kuramsal temellerini atmış oluyordu; buna göre insan toplumu da doğanın geri kalan kesiminde geçerli ayıklanma yasalarına tabiydi ve ticari rekabet, sömürgecilik ve bazı ?ırklar?ın yok edilmesi gibi olgular, güçlü olanların zayıf olanlara karşı kazandıkları ?doğal? zaferin ifadesinden başka bir şey değildi. Darwinci mirasın bu bölümü evrim kuramından elbette daha çok eleştiriye açıktır.

Jeolog Darwin

Darwin?in jeolojiyle ilgili çalışmaları pek bilinmez. Darwin daha çok hayvan ve bitki türlerinin evrimiyle ilgili kuramıyla tanınır. Oysa mükemmel bir jeolog olan Darwin, Güney Amerika yolculuğundan döner dönmez, İngiliz Jeoloji Derneği?ne, söz konusu bölgelerde yaptığı gözlemlere dayanarak birçok bildiri sunmuş; daha sonra da iki kitap yayımlamıştır: ?H. M. S. Beagle?ın Gezisi Sırasında Uğranan Volkanik Adalar Üzerine Jeolojik Gözlemler? (Geological Observations on the Volcanic Islands Visited During the Voyage of H. M. S. Beagle, 1844) ve ?Güney Amerika Üzerine Jeolojik Gözlemler? (Geological Darwin?in evrim teorisiyle çelişki içinde oldukları sanıldı. Genler ?bu, Mendel?in adlandırması değildir? Jacques Monod?nun sözünü ettiği ?hücresel makine?nin değişmezliğini sağlar. Yenileyici bir güç olan evrim ise tersine, canlının ilk özelliği değil, genleri etkileyen mutasyonların (değişimin) sonucudur ve bu anlamda kaynağını kalıtım sürecinin ?yetkinsizliklerinden? alır. Zorunluluk kalıtımın, rastlantı ise evrimin özelliğidir.

Mendel yasalarının evrim teorisindeki bir boşluğu doldurduğu, ancak 1920?li yıllarda anlaşılmıştır. Bu da özelliklerin nasıl aktarıldığının açıklanmasıdır. Bir grubun dönüşüm sürecini açıklamak, sık sık görülen gen değişimlerini belirlemekle aynıdır. Sıklığın ve rastlantının müdahaleleri, genetik bilimcilerin istatistiğe ve olasılık kavramına dayalı bir şekilde düşünmesini, dolayısıyla matematiksel modeller kullanmasını zorunlu kılar. Darwin ve Mendel?den esinlenerek yapılan sentez, ?Yeni Darwincilik?in ortaya çıkışıyla sonuçlanmıştır. Fakat genotipin (bir bireyin genetik malzemesi) fenotip ile (genotip ile ortamın etkileşiminden kaynaklanan gözle görülür bireysel özellikler) nasıl bağdaştırılacağı sorusu etrafında dolaşan çok sayıda sorunun hepsine çözüm getirmez. Genetik, özelliklerin aktarılmasına ilişkin matematiksel örnekler verir, ama gerçek dünyadan uzaklaşmaya yönelir; zooloji ve paleontoloji, dönüşümlere ilişkin malzeme sağlar, fakat ak- tarım konusunda yeterli malzemeleri yoktur. Bu nedenle çoğu zaman rastlantı ve zorunluluk ikilemine yeniden dönülmüş duygusuna kapılırız. Zorunluluk terimi, tamamen bilimsel açıklamanın alanına girer. Oysa rastlantı terimi, vazgeçilemeyen, fakat açıklamakta zorluk çekilen bir temel ilke gibi işleme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Observations on South America, 1846). 0 dönemde, Darwin Jeoloji Derneği?nin sekreterliğine de atanacaktı.

GÜNÜMÜZDE DARWINCİLIK

1920?li yıllardan 1950-1960?lı yıllara kadar ?yeni Darwincilik? matematik- sel yönetmlerden yararlanarak Darwin ile Mendel?in görüşlerinin sentezine varmaya çalıştı. Mendel yasalan 1900 yılında yeniden keşfedildiğinde,

Albert Einstein

Albert Einstein

Einstein, Galilei ve Newton ile birlikte üç büyük bilim dehasından biridir. Üçü için de efsane, gerçeği gölgede bırakmıştır. Özellikle Einstein?ın yaşamı efsanelerle doldurulmuş ve bunlar onun yalnız bilgin ve kamuya mal olmuş adam ünüyle beslenmiştir. Resimleri ünlü tablo La Gioconda?da olduğu gibi yerli yersiz basılmış; haksız olarak atom bombasının babası sayılmış ve ünlü E = mc2 formülü her hususta gerekli gereksiz kullanılmıştır. Gerçekte Einstein, asıl alanı olan kuramsal fizikte yaptığı çalışmalarıyla XX. Yy. fiziğine ışık tutmuştur.

Albert Einstein 14 mart 1879?da Almanya?nın güneyindeki Ulm kentinde dünyaya geldi. Ailesi Musevi?ydi, ama pek dindar değildi. Çocukluğu, babasının elektrik tesisatı işleri yaptığı Münih?te geçti. Babası hiçbir zaman işinde başarılı olmamıştı, onun işiyle ve ailesinin geçimiyle ilgili yaşadığı sorunlar genç Einstein?ı çok etkilemiştir.

Yetişme Yılları

Einstein Münih?te Luitpold Lisesi?ne devam etti. Burada başarılı bir öğrenci sayılırdı ama aslında çok mutsuzdu; o dönem, her türlü askeri disipline ve dayanıksız otoriteye karşı olumsuz duygularının ortaya çıktığı yıllardı. On beş yaşında, lisedeki yönetime daha fazla dayanamayarak, kendi iradesiyle okulu terk etti ve lise öğreniminin sona ermesini beklemeyerek ailesinin bulunduğu Pavia?ya, İtalya?ya gitti. Babası burada yeniden bir servet edinmenin peşindeydi. Einstein, aylarca tek başına çalıştıktan sonra, ünlü Zürich Politeknik Enstitüsü?nün giriş sınavlarına katıldı. Bu sınavda başarılı olamadı ama öğretim yöntemlerinin son derece liberal olduğu bir İsviçre okulunda sınavlara hazırlanabilme olanağını elde etti. 1896?da Politeknik Yüksek Okulu?na kabul edildi ve burada 1900?e kadar dönemin en iyi profesörlerinin yanında çok iyi bir öğrenim gördü. Bu dönemde Alman biliminin tüm klasik yapıtlarını keşfetti Bu arada Politekniğe kabul edilen ender kız öğrencilerden biri olan Sırp-Hırvat kökenli Mileva Maric ile tanıştı. Onun Musevi olmayan bir kızla evlenmesine karşı çıkan babasının ölümünden sonra 1903?te evlendiler.

Einstein, okulu bitirdikten sonra, sahip olduğu saygın diplomaya karşın, kendine uygun bir iş bulamadı. Çeşitli üniversitelerde araştırma görevlisi kadrosu elde etmek için yaptığı birçok başvuru sonuçsuz kaldı. Sonunda babasının araştırma görevlisi bir dostunun araya girmesiyle Bem?deki patent dairesinde bir teknik uzmanlık görevi bulmasaydı durumu hiç de iyi olmayacaktı. Einstein için fizik çalışmalarına olanak vermesi bakımından bundan daha uygun iş olamazdı. 195 5?te ölümünden birkaç hafta önce kaleme aldığı Özyaşam öyküsü Taslağı?nda ?Patent belgelerinin yazılması işi benim için gerçek bir kazançtı; bu iş fizik üzerinde düşünmek için bol zaman bulmama olanak veriyordu? diye yazacaktı.

1905, Olağanüstü Bir Yıl

Einstein?ın 1905?te yayımladığı ve fizik tarihinin seyrinde değişikliğe yol açan beş makalesi 1900 ile 1905 arasında olgunlaştı. Isaac Newton?a başarısının sebebi sorulduğunda söylediği şu sözler kadar Einstein?a uygun olan bir başkası yoktur: Tüm zamanım uğraştığını sorunlar üzerinde düşünmekle geçer. Einstein on yıldan beri sürekli olarak fizikteki derin bir ayrılık üzerinde düşünmekteydi; bu ayrılık fiziği kuramsal düzeyde birbiriyle bağdaşamaz bir biçimde ikiye bölüyordu: bir yanda ışığın, denizin yüzeyindeki dalgalar gibi tüm uzaya yayılmış ve süreklilik arzeden dalgalardan oluştuğunu ileri süren dalga kuramı (James C. Maxwell?in ışığın elektromanyetik doğasını göstermiştir); öte yanda, ışığı parçacıklardan oluşan, tümüyle yerel ve süreksiz bir mekanik olgu olarak kabul eden Newtoncu kuram. Sürekli olan ile süreksiz olanın fizik kuramında birlikte yer almasına oldukça şaşıran ve fiziğin ancak tekli yapıda olabileceği fikrine sıkı sıkıya bağlanan Einstein, kararlı bir biçimde bu ayrılığı ortadan kaldırmanın yollarını aramaya girişti. Bu konu tüm yaşamının en önemli amacını ve bütün araştırmalarının arkasındaki gerçek itici gücü oluşturacaktı. Einstein?ın en önemli üstünlüğü, ışık kuramının fizikteki en derin çelişkiyi içeren alan olduğunu kavramasıydı. Dehasının diğer bir yönü, geçerli olan ışık kuramının temel kavramlarından biri olan esirin, fizikteki tekliğin önündeki engellerden biri olduğunu anlamasıydı. Gerçekte ışık bir dalga gibi düşünülmüştü; bu dalga kavramı, suyun yüzeyinde oluşan dalgalanma olayına benzer biçimde geliştirilen kuramsal bir kavramdı. Eğer bu benzerlik sonuna kadar sürseydi, olay son derece açık olacaktı; oysa sudaki dalgalanmayı olanaklı kılan maddi ortam, ışık için çok kolayca belirlenebilir değildi. Birçok fizikçi kuşağının önünde duran engel buydu: ışık enerjisinin yayılmasını sağlayan ortam nedir? Bu ortam için düşünülen esirin birçok fiziki özelliğinin ele geçmez olmasına karşın (yoğunluğunun ve esnekliğinin hesaplanması ya da ölçülmesi olanaksız gözüküyordu), onun hareketsiz olduğunu var? saymak, kuramın içsel nedenlerinden ötürü zorunlu gözüküyordu.

Bu tarihi hatırlatma Einstein?ın 1905?te, henüz yirmi altı yaşındayken ortaya koyduğu entelektüel cesaretin önemini değerlendirmeye olanak verir. Gerçekten de Einstein?a göre esirin fiziki özelliklerinin saptanmasının bu denli güç olmasının nedeni, onun hiçbir fiziki gerçekliğe sahip olmamasından, onun yalnızca bir uydurma olmasındandı; bu kavram, kolaylıkla bir kenara bırakılabilecek bir yakıştırmadan başka bir şey değildi. Einstein?ın, özel görelilik kuramını anlattığı Ünlü makalesi bu temele dayanıyordu: Esir yoktur. Bu makalesinde Einstein, zaman ve uzayla ilgili «doğal» fikirlerin çok derin bir eleştirisi pahasına, esiri kalan tek maddi özelliği olan hareketsizlikten de arındırmayı başardı. Böylece fizikte tekliği gerçekleştirdi. Aslında, o döneme değin ışığın dalga kuramında kabul edildiği gibi hareketsiz bir esirin varlığını öngörmek, tüm mekaniğin (Galilei?den beri), tüm parçacık hareketi kuramının üzerine kurulduğu görelilik düşüncesi ve ilkesine açıkça aykırıydı ve bu nedenle hareketsizliğin olmadığı, bunun fiziki bir anlamının olmadığı öne sürülebilirdi. Böylece ilkeler düzleminde ışık kuramı derhal mekanikte bağdaşık, homojen bir duruma gelecekti. Einstein, esirin sonunu ilan etmekle bu ayrılığı, heterojenliği ortadan kaldırdı, ışığın görelilik kuramını ortaya koydu ve onu mekanikle birleştirdi.

Einstein gene 1905?te, ışığın ısıl özelliklerini, yani ısıtılmış bir cismin yaydığı ışığın rengini inceleyerek ışığı aynı zamanda parçacıklardan oluşan bir olgu olarak da kabul etmek gerektiğini kanıtladı. Bu sonuç da fiziğin tekliği yolunda ilerleme olanağı sağladı; daha önce inanıldığı gibi ışığın, mekaniğin incelediği parçacıklardan tümüyle farklı bir doğaya sahip olduğu yolundaki görüşün tümüyle doğru olmadığı, ışığın aynı zamanda maddi özelliklere, parçacık özelliğine de sahip olduğunu ortaya çıkardı. Dolayısıyla evrende bulunan tüm nesnelerin ortak bir doğası olduğu fikri ufukta beliriyordu.

Böylece Einstein daha sonraki elli yıl boyunca, araştırmalarını 1905?te açtığı iki yolda çeşitli başarılarla sürdürerek birleşik bir fizik kuramı kurmaya çalıştı. Bu yollardan biri fiziğin farklı dallarının dayandığı ilkelerin birleştirilmesiydi (Einstein buna «bir ilkeler kuramının araştırılması» diyordu); ikinci yol ise, fiziğin ele aldığı ve evrendeki şeylerin yapıldığı nesnelerin birliğini kurmakta (Einstein bu yolu «bir inşa kuramının araştırılması» olarak tanımlıyordu).

Birleştirici İlke Arayışı

Einstein 1905?ten sonra elektromanyetik kuvvetler ile çekim kuvvetlerini aynı biçimde ele almayı olanaklı kılacak temel ilkeleri bulmaya yöneldi. Bu sonuca kısmen, 1907 ile 1916 arasında uğraştığı Genel Görelilik Kuramı ile ulaştı. Genel Görelilik Kuramı bir çekim kuramıdır; yani iki cismin birbirine uyguladığı çekimle ilgilidir. Newton?un açıklamadan öne sürdüğü bu etkileşim kuramının yerine Einstein bir başka kuram geçirdi. Einstein?ın çalışmalarıyla, bu etkileşimin, bölgede bulunan cisimlerin yol açtığı bir uzay-zaman eğriliği olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün yetmiş beş yaşını aşmış olan bu kuram henüz «olgular» ca yalanlanmış değildir. 1930?lar ile 1950?ler arasında son derece popüler olan (ki o dönemde bu kuramı gazete ve dergilerin «matematik» köşelerinde sıkça görmek mümkündü) Genel Görelilik Kuramı bugün astrofiziğin temel çerçevesini oluşturur. Bu kuram aynı zamanda kozmolojiyi tümden yenilemiştir. Einstein, kuramının evrenin genel yapısını betimleme olanağını verdiğini fark etmiş ve büyük bir şaşkınlıkla evrenin hem sınırsız hem de sonlu olduğunu keşfetmiştir. Bugün kozmoloji, Genel Görelilik Kuramı üzerinde yükselmektedir. Kara delikler, büyük patlama (bigbang) ya da çekimsel dalgalarla ilgili araştırmalar, Einstein?ın 1907 ile 1916 arasında yaptığı çalışmalar sonucunda açtığı yolda ilerlemektedir. Einstein tüm yaşamı boyunca Genel Görelilik Kuramını «sevgili çocuğu» olarak nitelendirmiştir; bunun nedeni herhalde onun Özel Görelilik Kuramı gibi kolay doğmamış olmasıydı: Einstein 1911 ile 1916 arasında matematik öğrenmenin yanı sıra bu dönemde daha önce hiçbir bilgisinin olmadığı tansör çözümlemesini ve Eukleidesci olmayan geometriyi öğrenmişti. Ayrıca yalnız çalışmayı sevmesine karşın çalışma arkadaşlarından Marcel Grossmann?a başvurmak zorunda kalmıştır. Einstein bu büyük matematikçiden, geliştikçe daha çok karmaşıklaşan kuramının biçimselleştirilmesi labirentinde kendisine yardım etmesini istemiştir.

Aslında Genel Görelilik Kuramı hem yapısıyla, hem de evreni betimleme biçimiyle Einstein için ideal bir biçimi temsil ediyordu. Bu kuram esasen bir alan kuramı kavramına dayanıyordu; yani uzayın belirli bir noktasında bulunan bir cismin, çevresindeki uzay bölgesinde bir değişiklik meydana getirmesi fikrini temel alıyordu. Bu cisim bir «alan» yaratıyordu; bu alan ise onu yaratan cisim tarafından uzayın bir bölgesinde oluşturulan bir değişiklikten başka bir şey değildi. Bu muhakemenin temeli şu ilkedir: daha önceleri düşünüldüğünün tersine, uzay içindeki cisimlere karşı duyarsız değildir, yani bir cismin varlığında ya da yokluğunda uzay aynı değildir. Görelilik anlayışına göre ilci cisim arasındaki etkileşim, cisimlerden birinin diğeri üzerinde yarattığı alan etkisiyle betimlenir: birinci cisim ikincinin bulunduğu yerde onun duyarlı olacağı bir alan, yani uzayda bir değişim yaratır; ikinci de bu etkiye karşılık verir. Bu süreç karşılıklı olduğundan (birinci ve ikinci cismin yerleri değiştirilebilir), burada betimlenen bir karşılıklı etkidir, yani uzayın aracı olduğu bir tür etkileşimdir.

Böylelikle alan kavramı bir sürekli değişkenlik (kontinium) fikrine dayanır: uzay her noktasında değişikliğe uğramaktadır. Bu sürekli değişkenlik kavramı, alan kavramını hem güçlendirir, hem zayıflatır. Güçlendirir, çünkü uzayın sürekli yapıda olmasıyla, uzayda (uzay-zaman) olup biten tüm fiziki süreçlerin betimlenmesi, bir alan kuramıyla uyumlu görünür. Zayıflatır, çünkü bir sürekli değişkenlik kuramına tekabül eden «serbestlik dereceleri»nin sayısı (yani, değişkenliklerin olanaklılığı), dünyayı temsil etmek için çok fazladır; herhangi bir anda alanın, yerelleşmiş bir cisim olarak «kristalleşmesi» gerekir.

Einstein kırk yıl boyunca -ölümüne dek- bu sorun üzerinde, kendi ifadesiyle kafa patlatmaktan yaz- geçmedi. Tüm fizik kuramlarını birleştirecek bir kuram tutkusunu terk etmedi ve sürekli olarak, 1905?te ortaya koyduğu görelilik ilkesine veya Genel Görelilik Kuramının temelindeki eşdeğerlik ilkesine benzer bir biçimde, tüm etkileşimler için geçerli olacak bir alan kuramı oluşturmaya çalıştı. İşte sık sık girişilip daha sonra vazgeçilen «birleşik kuram» geliştirme çabalarının temelinde bu yatar. Modern fizik bu tutkuyu biraz farklı bir yönden yeniden ele almıştır; çünkü Einstein?ın birleşik kuram üzerinde çalıştığı yıllarda bilinmeyen yeni etkileşimler bulunmuştur (atom çekirdeğindeki zayıf ve kuvvetli etkileşimler).

Bir Yalnız Adamın Koşusu

İlkeler doğrultusunda izlenen yol arzulanan birleşmeye olanak vermese bile, Einstein en azından «inşa edilmiş» kuramı geliştirmeyi umuyordu, bu kuramla evreni oluşturan yapıtaşlarını ortaya koymak daha ulaşılır gözüküyordu. Işığın sürekli ortamda yayılma olanağım ortaya koyan 1905 makalesinin, aynı zamanda ışığın süreksizlik özelliğine sahip olduğunu içermesi, bu anlamdaki bir adımı oluşturuyordu. Aslında bu makale bugün fiziğin temel kuramı olan kuantum kuramının kurucu belgesi olarak da kabul edilebilir. Bu kuram, 1905 makalesinde ifade edilenlerle uyumlu olarak, evrenin temel yapıtaşlarının ya parçacıklardan ya da dalgalardan oluşabileceği düşüncesinin bir kenara bırakılmasını zorunlu kılar; ayrıca bir ölçümün sonuçlarının ancak istatistiki olabileceğini öne sürer. Kuantum kuramı yalnızca olasılıkların hesaplanmasına olanak verir.

1905 ile 1927 arasında Niels Bohr, Erwin Schrödinger, Paul Dirac ve kuramın diğer « kurucu öncüleri » tarafından geliştirilen (bu kurucular arasında Einstein?ın adı genelde anılmaz) kuantum mekaniğinin ilkeleri özetle bunlardır. Ama Einstein ?in kuantum kuramına katkısının 1905?te yayımlanan ışığın kuantaları üzerine makalesiyle (veya 1907?de yayımlanan ve katılardaki fotonlar kuramının kökeninde yer alan özgül ısı üzerine yazdığı makalesiyle) sona erdiğini düşünmek yanlış olur. Einstein, 1905?te «bulgusal» olarak öne sürdüğü ışık kuantaları varsayımını (yani Einstein bu varsayımı kesin kanıtlanmış olduğundan değil, ama kuramı iç tutarlılık nedenleriyle doğrulandığı için öne sürmüştü), daha sonraki yıllarda tekrar ele alarak onu «bulgusal» olmaktan kurtarıp «gerçek»liğini kanıtlamaya çalıştı. 1909?da, ışımadaki dalgalanma özelliğini inceledikten sonra ışığın doğasında bulunan bir «ikilikle», hem parçacık hem de dalga özellikleriyle nitelendirilebileceği fikrini geliştirdi. 1916?da kuantalrın yalnız enerjileriyle değil, aynı zamanda (proton ve nötron gibi tüm «gerçek» parçacıklarda olduğu gibi) hareketlerindeki nicelikle de nitelendirilebileceğini gösterdi ve böylece kuantların gerçekliğinin kabulünde önemli bir adım attığını düşündü. Ama ışığın bu parçacık niteliğinin kanıtlanmasına yönelik deneylerde uğranan düş kırıklıkları, Einstein?ı, ulaştığı sonuçlan yeniden gözden geçirmek zorunda bırakacaktı. 1905 makalesinin temeli olan madde-ışıma benzeşimine geri dönerek, 1924?te ışık kuantalarının klasik «gerçek» parçacıklarla aynı istatistiğe boyun eğmediklerini gösterdi; ışık kuantaları çeşitli olanaklı durumlarda düzenli bir dağılım göstereceklerine, onları gruplanmaya iten bir kuvvet varmış gibi, birbirleri üzerinde birikme eğilimine sahiptiler, bu da onların genelde bir dalga izlenimi vermesinin sebebiydi. Bu keşfin önemi göz ardı edilemezdi; lazerin ve aşırı iletkenliğin bulunması, fotonlara özgü bu istatistiksel kuvanta (Bose-Einstein istatistiği olarak bilinir) bilgisine dayanır. Bununla birlikte Einstein?ın bu alandaki çeşitli çalışmalarına rağmen, Bohr, Heisenberg, Dirac ve diğerleri tarafından temsil edilen, kuantum kuramının geliştirilmesindeki ana akımın dışında kaldığı doğrudur. Aslında Einstein kuantum kuramının istatistiğe bağlı niteliğini kabul etmeyi her zaman yadsımıştır; bir ölçümün kuram tarafından yetkin bir biçimde öngörülemeyeceğini ya da şakayla karışık söylediği gibi «Tanrının zar atmasını» anlayamamıştı. Kuvantum kuramının kurulma yılları olan 1913 ile 1927 arasında Einstein, onun onayını almaya çalışan genç araştırmacıların umutsuz çabalarına rağmen kuantum kuramına karşı eleştirel bir tavır takındı. Daha sonraları kuramın mantıksal tutarsızlığım tartışmayı bir kenara bırakacak ve karşı çıkmalarının konusu biraz farklı bir alana kayacaktır: Einstein?a göre kuantum kuramı henüz «eksiktir» (bu nedenle de «tamamlanması» için daha da derinleştirilmelidir)
çünkü kesin deney koşullarında sistemin sonraki halini aynı kesinlikte verememektedir. 1927?de dönemin tüm seçkin kuantum fizikçilerini bir araya getiren Solvay Kongresi, Einstein ile Bohr arasındaki kuramsal tartışmayla fizik tarihindeki yerini alacaktır.
Einstein?ın Nazizmden kaçarak 1935?te Amerika Birleşik Devletleri?ne iltica etmesiyle, bu tartışma yeniden alevlendi. Tartışma bu kez Kuantum kuramında «yerel olmama» (yerel olmayan etkileşim) denen bir sorun üzerindeydi. Yerel olmayan etkileşime göre, geçmişte karşılıklı etkide bulunan iki sistem üzerinde yapılan ölçümler, birbirlerinden bağımsız değildir; sistemlerden biri üzerinde yapılan ölçümler, bu iki sistem birbirinden ayrı da olsa, sanki birbirleriyle anında bağlantı kuruyorlarmış gibi ya da «haberleşiyorlarmış» gibi, bir diğeri üzerinde yapılan ölçümleri de belirlemektedir. Bu nokta kuvantum kuramının kuruculan tarafından daha önce fark edilmemişti.

1935?te yayımlanan ünlü bir makaleyle (bu makalede geliştirilen düşünceler «EPR paradoksu» olarak bilinir; EPR makale yazarlarının baş harfleridir: Einstein, Podolsky ve Rosen) fizikçiler topluluğunun dikkatini kuantum kuramındaki bu şaşırtıcı duruma yönelten Einstein?dır. 0 zamandan beri bu konu üzerindeki çalışmalar sürmektedir, özellikle Alain Aspect tarafından 1982?de gerçekleştirilen ünlü deneylerde belirlendiği gibi, birbirine etkide bulunmuş iki fotonun durumları gerçekten de bu etkileşimin izlerini taşımaktadır ve bunlar sonsuza dek birbirleriyle bağlantılı kalacaklardır.

Einstein tarafından kuantum kuramına yöneltilen eleştiriler genelde onu terclbinin alan kuramları yönünde olmasıyla ilişkilendirildi. Sorunun kökeninde süreksizin sürekliye olan baskınlığının söz konusu olmasına rağmen Einstein?ın kafasını kurcalayan sorun bu değildi. Einstein?a göre kuantum kuramındaki asıl kusur parçacıkların varlığını açıkla- yamamak ve kuantaların varlığını onları doğrulamadan ortaya koymaktır. Einstein?ın yaşamının yalnızlık içinde sona erdiğini ifade etmek pek de abartma olmayacaktır. Einstein kendisinin 1905?te ortaya koyduğu ışık kuantalarının varlığından kuşkulanan birkaç meslektaşıyla yalnızlığını paylaşmıştır. 12 Aralık 1951 tarihli bir mektubunda şöyle yazıyordu: «Elli yıldır bilinçli olarak kafa yorduğum şu soruna bir yanıt bulabilmiş değilim: Işık kuantaları nedir? Bugün çıkagelen ilk aklıevvel, onun ne olduğunu bildiğine inanıyor, ama kendini aldatıyor.»

Yüzyıldan Kendini Sorumlu Gören Bir Adam

1919?da Kraliyet Astronomi Derneği?nin üyelerinden biri olan Arthur Eddington?un telgrafı Londra?ya ulaştığı gün Einstein döneminin en ünlü bilim adamı haline gelmişti. Arthur Eddington, o günlerdeki bir tam güneş tutulmasıyla ilgili bir araştırma kurulunun başı olarak güney yan küreye gitmişti ve bu araştırmanın aynı zamanda Genel Görelilik Kuramının sonuçlarından biri olan ışık ışınlarının güneş çevresinde eğilmesi iddiasının doğrulanıp doğrulanmayacağının belirlenmesini de sağlayacağı umuluyordu. 0 dönemde, bir İngiliz araştırma kurulunun bir Almanın kuramı sayılabilecek (Einstein aslında İsviçrelidir, ama Berlin?de çalışmaktadır) bir kuramı doğrulaması, ülkeler arasında bir yumuşama umudu olarak görünüyordu. Böylece Einstein gün geçtikçe güncel bir konuma geliyordu.

Einstein bu apansız gelen ünü, yürekten desteklediği bazı konuların hizmetinde bilerek kullandı; bunlar, barış için mücadele etmek ve Avrupa?da giderek çoğalan Yahudi düşmanlığına karşı Musevilerin yerleşebileceği bir toprak parçasının bulunması çabasıydı.

Einstein?ın siyasetle ilişkisi 1914?te Doksan Üçler denilen ve uygarlığın değerlerini (burada örtük olarak kastedilen Alman değerleridir) barbarlara karşı korumayı içeren bir bildiriyi imzalamayı reddetmesiyle başlar; bu bildiri Alman entelijansiyasının büyük bir kesimi tarafından onaylanmıştı. Genel

Görelilik Kuramı?nm tamamlanmasıyla çakışan Birinci Dünya Savaşı?nın sonu, Einstein için yoğun bir siyasi etkinlik fırsatı oldu; özellikle barış ve ülkeler arası uzlaşma yönünde. Milletler Cemiyeti?nin yönetiminde bazı örgütlerin üyesi olarak, diğer ülkelerin Alman bilim adamlarına uyguladıkları boykota karşı mücadele verdi; bu ülkeler daha uygar olduklarını düşünüyorlardı. Tüm ülkelerdeki, inancı uğruna askerlik yapmayı reddedenlerin haklarını etkinlikle savundu ve Fransız-Alman uzlaşmasının ateşli bir militanı olarak mücadele verdi (1922?de Paris?e yaptığı yolculuğun başka bir nedeni yoktur). Einstein, Hitler?in 1933?te iktidara gelmesiyle tavrını tümden değiştirdi; elindeki tüm güçleri Nazizmle mücadele yolunda seferber etti. Einstein?a göre eldeki her araçla -askeri olan da buna dahil-, Nazizmle mücadele etmek gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri?ne yapmakta olduğu bir gezi sırasında Einstein?ın evi Naziler tarafından yağmalandı. Einstein, Almanya?ya dönmemeye ve Princeton Yüksek Araştırma Enstitüsü?nün kendisine önerdiği kürsüyü kabul etmeye karar verdi; 1933 yılının sonbaharında Princeton?a yerleşti.

1939?da Başkan Roosevelt?e yazdığı ünlü mektubuyla, ilk atom bombalarının gerçekleşmesine yol açacak araştırmalarda çalışmak istediğini bildirdi. Bunun, savaşın bitiminde Maccarthyciliğin ve soğuk savaşın gelişmesine yol açtığına üzüntüyle tanık olacak ve son yıllarını savaş çılgınlığıyla mücadele etmeye adayacaktı. Einstein?a göre barışın korunabilmesi için bir dünya devletinin kurulası gerekiyordu; bu devlet, Birleşmiş Milletler Örgütü?nden daha geniş bir güce sahip uluslar üstü bir federasyon ve silahlı kuvvetlerden sorumlu tek güç olacaktı.

Einstein, barış yanlısı etkinliklerinin yanı sıra, zamanının büyük bir kısmını Filistin?de bir Yahudi merkezi kurma fikrine ayırdı. 1921?den itibaren Hayyim Weizmnn?ia birlikte,

Kudüs İbrani Üniversitesi?nin kurulmasına katkı sağlamak üzere Amerika Birleşik Devletleri?ndeki Musevi topluluklarından yardım sağlamak amacıyla bu ülkeye gitti. Einstein, bu üniversite tasarısının gerçekleşmesi için çok çaba harcadı, hatta yüksek düzeyli bir eğitimde verilecek farklı dersleri bizzat kendi saptadı. Ayrıca, Filistin konusundaki siyonist hareketin iç tartışmalarında etkin bir rol üstlendi; bu konuda aldığı tavırlar, ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir: Einstein her zaman, İsrail?in temellerinin atılmasının, o topraklar Araplara ait olduğu sürece sorunsuz olamayacağına işaret etmiştir. İngilizlerin manda yönetiminin, çeşitli sorunları çözüme ulaştıracağına aşın bir güven duymuştur.

Einstein 18 Nisan 1955?te öldü; son yazısı Bertrand Russeil ile birlikte kaleme aldıkları bir barış çağrısıydı.

Klasik Fizikçilerin Sonuncusu

Einstein bugün efsane haline gelmiş bir şahsiyettir; onun imgesi, ister reklam için olsun, isterse yaşama karşı bir tavrı belirtmek için olsun, çok kullanılmıştır. Bu efsanelerin dışında, yaptığı katkının ölçüsünü kendi etkinlik alanında aramak önemlidir: fizik alanı. Einstein ışık kuantaları üzerine 1905?te yayımladığı makalesiyle, kuantum kuramının kurucusudur. Kuşkusuz kısa süre içinde kuantum kuramına belli bir mesafeyle yaklaşır olmuştur, ama böyle bir eleştirel tavrın bilim topluluğu bünyesinde büyük kazançlar sağladığını da göz ardı etmemek gerekir; eğer Einstein bu sorunlarla uğraşmamış olsaydı, örneğin yerel olmayan etkileşim gibi sorunlar daha uzun süre fark edilmeyebilirdi. Einstein?ın, kuantum kuramını bu haliyle kabul etmeyi yadsıması, aynı zamanda fizik tarihinin onunla sona eren bir evresine de ait olduğu anlamına gelmektedir; bugün, fizik artık temelini oluşturan kuantum kuramı olmadan düşünülemiyor.

Einstein?ın bir diğer alanda da katkısı olmuştur ki, ondan sonra fizik, daha önce olduğundan farklıdır; bu alan, temel ilkelerin araştırılması alanıdır. Bugün fizik tümüyle belli sayıdaki ilkelerin kabulüne dayanmaktadır; bu ilkeler değişmezlik ya da simetri ilkeleridir. Bunlar fizik yasalarının dayandığı «üstün yasa» lardır. Bugünkü kuramsal fizikçilerin temel etkinlik alanını oluşturan bu ilkeler Einstein?la ortaya çıkmıştır.

Gerçi Einstein?dan önceki fizik de bu ilkeleri uyguluyordu, ama deneyci yoldan yani şu ya da bu yasanın, şu değişmezlik ilkesine uyduğunun doğrulandığını öne sürerek uyguluyordu.

Einstein?dan itibaren buna karşıt bir yoldan gidilmektedir; önce değişmezlik ilkelerinin ne olacağı, daha sonra da onlardan çıkacak yasalar belirlenir. Bu anlamda bugünkü fizikçiler Einstein?ın bıraktığı mirası kullanmaktadırlar?