<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar/15168162?origin\x3dhttp://izikalanlar.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Cumartesi, Ağustos 06, 2005

Adolf Hitler

Adolf Hitler (1889 - 1945)

Avusturya?da doğmuş, Almanya?nın efendisi olmuştur; kısa boylu ve esmer olduğu halde, uzun boylu ve sarışın insanlardan oluşan ?üstün ırk? efsanesini yaratmış ve yüceltmiştir; onbaşılıktan daha üst bir rütbeye çıkamamasına rağmen, Avrupa?nın en seçkin askeri örgütünün başına geçmeyi başarmıştır; nihayet ?bin yıllık bir Reich? kurmak hayali peşinde koşarken ülkesini beş yıl içinde uçuruma sürüklemiştir.

Bohem Bir Gençlik

Bir Gümrükçünün 4. çocuğu olan Adolf Hitler, 20 Nisan 1889?da Yukarı Avusturya?nın küçük bir şehri olan Braunau?da dünyaya geldi. Linz?de gittiği okullarda ortanın üstünde bir başarı gösteremedi ve on altı yaşına iken ortaöğretimini yarım bıraktı. Bundan sonra aylak bir hayat yaşamaya başladı, bir taraftan tiyatrolara gider ve Wagner müziğini keşfederken, bir taraftan da az çok fantezi mimarlık projelerini üzerinde uzun saatler harcıyordu. Viyana?nın cazibesine kapılarak 1908?de Linz?den kesin olarak ayrıldı (babası 1903?te, annesi 1907?de öldü) ve şansını Viyana?da denemeye karar verdi. Güzel sanatlar akademisi?ne girmeye çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Babadan kalma miras tükenince, yetim maaşıyla ve yaptığı kartpostal desenleri ve suluboya resimlerle zar zor hayatını kazandı. Yahudi düşmanlığı Viyana?da geçirdiği bu yıllar zarfında dünya görüşünde esaslı bir yer tutmaya başladı. Sosyal-Hıristiyan Karl Lueger ile milliyetçi pangermanist Georg von Schönerer?in nutuklarını dinleyen, Adolf Lanz?ın ırkçı risalelerini okuyan Hitler, Yahudiliği Alman milletini ve ?Ari ırk?ı tehdit eden en büyük tehlike ve bütün kötülüklerin kaynağı olarak görmeye başladı.

Avusturya-Macaristan ordusunda askerlik yapmamak için 1913?te Münih?e yerleşen Hitler, Birinci Dünya Savaşı patlak verince Bavyera ordusuna yazıldı. İki kez yaralandı, onbaşı rütbesiyle savaşı bitirdi ve birinci sınıf demir haç nişanıyla taltif edildi. Almanya?nın mağlubiyetinden ve Spartacus ayaklanmasından epey sarsılmış bir durumda Münih?e döndü ve burada ordu tarafından çeşitli milliyetçi grupçukların faaliyetlerini denetlemekle görevlendirildi. Eylül 1919?da küçük bir parti olan Alman İşçi Partisi?ne girdi. Parti 1920?de adını değiştirerek Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi adını aldı.

Kışkırtıcı

Hitler bazı yetenekleriyle çabucak sivrildi. İyi bir hatipti; manyetik ve gırtlaktan çıkan sesi dinleyenleri büyülüyordu. 1921?de partinin başkanlığına seçildi. Daha o tarihte Nazi Partisi?nin 3.000?in üstünde militanı, paramiliter birlikleri, hücum kıtaları (SA) ve Völkischer Beobachter adlı birde gazetesi vardı. İki yıl sonra Nasyonel Sosyalist Parti bütün öteki aşırı grupçukları gölgede bırakarak 55.000 militan toplamıştı. Eski onbaşı, General Ludendorff?un yanı sıra, Münih?teki aşırı sağın iki büyük simasından biri olmuştu ve şöhreti yavaş yavaş Bavyera?nın dışına taşmaya başlıyordu. 8 Kasım 1923?te, Almanya?nın ekonomik ve politik durumunun dramatik boyutlara ulaştığı bir sırada (Fransız askerleri Ruhr Havzası?nı işgal ediyor ve enflasyon saat başı yükseliyordu), Hitler bir darbe teşebbüsünün elebaşılığını yaptı, ama hareket kötü örgütlenmiş olduğu için hemen bastırıldı: on altı Nazi militanı Bavyera polisi tarafından öldürüldü ve Hitler tutuklandı. Yargılanması sırasında, Nazi Partisi?nin lideri mazlum rolüne bürünerek Weimar Cumhuriyeti yönetiminin onur kırıcı davranışları karşısında isyan eden bir yurtsever olduğunu ileri sürdü ve bu sayede bütün milliyetçi Almanya?nın sempatisini kazandı. Şubat 1924?te beş yıl hapis cezasına çarptırılan Hitler aralık ayında şartlı tahliye edildi. Ama Landsberg Kalesi?nde geçirdiği bu ?zorunlu? boş zamanlarını değerlendirerek Kavgam (Mein Kampf) adlı ünlü kitabını yazdı. Bu kitapta fikirlerinin ve programının karmakarışık bir açıklamasını yaptı. Ona göre sadece en kuvvetli insan ?ırkları? (bunların başında Hitler?e göre Ariler gelir), yani Kuzey Avrupa?nın beyaz halkları bu acımasız ölüm-kalım mücadelesini kazanarak hayatta kalabileceklerdi. Ama bunun için ne pahasına olursa olsun melezleşmekten ve soysuzlaşmaktan kaçınmaları gerekirdi. Yahudiler (ki Hitler?e göre ırklar merdiveninin en alt basamağında yer alırlar) üstün ırklar için bir tehdit olduklarından asalak gibi ?sağlıklı? halkların sırtından geçinirler ve böylece onları yıkmak veya onların ?ırki değer?lerini zayıflatarak kaleyi içerden fethetmek isterler. Bunu yapmak için de demokrasi, enternasyonalizm, Marksizm ve pasifizm gibi zehirli sloganlardan yararlanırlar. Ancak ve ancak bir hayat sahası elde etmek (özellikle doğuda Polonya ve Rusya?ya yayılarak) ve Yahudileri topyekûn yok ederek Germen ?ırkı? kurtarılabilir ve tarihin akışı anlamlı bir şekilde korunabilir

Siyaset Adamı

Hitler hapishaneden çıktıktan sonra iç çekişmelerle zayıf düşmüş olan partisinin yönetimini ele aldı. Kuzey Almanya?da Gregor Strasser?in liderliği altında partinin bir kanadı teşekkül etmişti. 14 Şubat 1926?da Bamberg?de yapılan toplantıda Hitler otoritesini yeniden tesis etmeyi başardı. Karizmasını kullanarak çeşitli eğilimlerden oluşan bir hareketin dayanışma, birlik ve devamını sağlayabilecek yegane unsurun kendisi olduğuna taraftarlarını ikna etti. Işte bu tarihten itibarendir ki Führer (rehber, önder) mitosu nerede ise tapma derecesinde olağanüstü bir Hitler hayranlığı biçiminde gelişmeye başladı (sağ kol avuç açık olarak kaldırılarak verilen Heil Hitler! selamı (Yaşasin Hitler! Anlamında) ve Führerprinzip diye bilinen liderlik ilkesinin uygulanması, vb). Bu iç takviyeye rağmen, Nasyonal Sosyalist Parti, Weimar Cumhuriyeti?nin 1924?ten beri kendisini hissettirmeye başlayan ekonomik ve sosyal istikrar programının karşı darbesinden etkilendi. 100.000 üyesine ve sağlam bürokratik örgütlenmesine rağmen, Nazi Partisi 1928 genel seçimlerinde oyların ancak yüzde 2, 6?sını alabildi ve sadece 12 milletvekili çıkarabildi. Ama 1929 ekonomik bunalımı Hitler?in imdadın yetişti. Bu bunalım olmasaydı, Hitler?in önlenemeyen yükselişi herhalde önlenmiş olurdu. Demokratik gelenekleri henüz kökleşmemiş olan bir ülkede, yüksek bir işsizlik oranının baskısı altındaki halkın umutsuzluğunu dile getiren protesto oyları herkesten çok Hitler?in ve Nazi Partisi?nin işine yaradı ve Hitler, kamuoyunu belirsiz fakat heyecan verici bir slogan olan Volksgemeinschaft (halk toplumu) sloganı etrafında seferber etti. 1930 1 seçimlerinde Naziler Reichstag?a 1 107 milletvekili gönderdiler. Mart 1932 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise, Hitler Mareşal Hindenburg ile balotaja kaldı ve ihtiyar asker ancak ikinci turda seçilebildi. Haziran 32?de Nazilerin milletvekili sayısı 230?a çıktı. 30 Ocak 1933?te Hindenburg, uzun tereddütlerden sonra, Bohemyalı onbaşı adını verdiği Hitler?i Reich şansölyesi (başbakan) olarak içinde sadece iki Nazi (Göring ve Frick) bulunan bir hükümetin başına atamaya karar verdi.


Führer
Böylece iktidara geçtikten sonra, Hitler muhafazakarların bütün planlarını altüst ederek çok kısa bir süre içinde koyu bir diktatörlük rejimi kurdu. 4 Şubatta, sözde bir ?komünist tehdidine? karşı mücadele etmek bahanesiyle, ihtiyar cumhurbaşkanı Hindenburg?u, hükümete, devletin güvenliğini tehlikeye düşürecek her türlü toplantı ve yayınları yas aklamak yetkisini veren bir kararname çıkarmaya ikna etti. Özellikle Prusya?da polis, Göring?in yönetimi altında, başta komünistleri hedef alan geniş çapta tutuklamalara girişti ve arkasından da idareyi istenilmeyen demokrat unsurlardan arındırdı.
Kısa bir süre sonra çok sayıda SS ve SA militanı ?yardımcı polis? olarak görevlendirildi. 27 Şubat?ta çıkan ?Reichstag yangını? üzerine cumhurbaşkanı ?halkın ve devletin korunması için? bir kararname çıkararak sıkıyönetim ilan etti ve bütün yönetim yetkilerini hükümete verdi. Baskı rejimi gittikçe şiddetlenerek sistematik bir hale geldi. Bundan böyle artık sosyal demokratlar ve nazizme karşı olan bütün Almanlar da topun ağzındaydı. Birçoğu muhalifleri tecrit etmek için açılmış olan toplama kamplarına gönderilerek öldürüldü. Alman Komünist Partisi?nin kapatılması ve muhafazakarların, daha sonra da merkez Katolik partisinin desteği sayesinde Hitler 23 Mart 1933?te kendisine dört yıl sınırsız yetki veren ve diktatörlüğü meşrulaştıran bir ?yetki devri kanunu?nu (Ermachtigungsgesetz) parlamentodan geçirdi. 2 Mayıs?ta sendikalar kendilerini feshetmeye zorlandılar ve birkaç hafta içinde Nazi Partisi dışındaki bütün siyasi partiler kapatıldı. 14 Temmuz?da Nasyonal Sosyalist Parti tek parti ilan edildi. Beş ay içinde Hitler bir sözde meşruiyet ve siyasi şiddet karışımıyla çok geniş yetkileri elde ederek iktidarını iyice güçlendirmeyi başardı. Bunu yaparken başbakanlığa getirilmesinin yandaşlarında yarattığı büyük coşkudan ve düşmanları arasındaki bölünmelerden geniş ölçüde istifade etti. 30 Haziran 1934?te ünlü ?uzun bıçaklar gecesi? operasyonunda, Ernst Röhm ve en çok canını sıkan diğer SA şeflerini tasfiye ederek ordunun güven ve saygısını kazandı. 2 Ağustos 1934?te Hindenburg da ölünce, Hitler hükümet başkanlığı yetkilerine devlet başkanlığı yetkilerini de ekledi.
Yeni Nazi iktidarı totaliter bir iktidar olmakla birlikte kabine yöne timi karmakarışıktı ve hükümet disiplini diye bir şey kalmamıştı. Hitler artık kabine toplantılarına başkanlık etmemeye başladı ve bakanlar kurulu 1938?de son defa toplandı. Kendi başlarına bırakılan bakanlar görev ve yetkilerinin günden güne kısıtlandığına tanık oldular. Onları devre dışı bırakmak için Hitler çeşitli kurumlar meydana getirdi; bunlara özel görevler verdi ve her birini çok geniş yetkilerle donattı ve başlarına en yakın adamlarını getirdi. Polis ve daha geniş anlamda güvenlik politikasının araçları içişleri bakanlığının kontrolünden tamamen çıkarılarak SS?lerin lideri olan Heinrich Himmler?e verildi. Böylece SS teşkilatı adeta devlet içinde devlet oldu. Ekonominin savaş çabalarına ayak uydurmasını sağlamayı amaçlayan dört yıllık planı uygulamaya koymakla görevlendirilen Göring, böylece ekonomi bakanının yetki alanına geniş ölçüde müdahalede bulundu. Aslında, Nazi sisteminde her şey Hitler?in iradesine bağlıydı. Fakat o da bir kararın inisiyatifini nadiren üzerine alırdı; daha çok bazı müphem talimatlar vermekle yetinir ve bunlar sonra o alanın yetkilileri ve uzmanları tarafından ?yorumlanarak? proje veya kararlar şeklinde diktatöre sunulur, o da bunları ya onaylar veya geri çevirirdi. Böylece Nazi devletinde sadece Hitler?in en yakın çevresinde bulunan politikacı veya bürokratlar gerçek bir yetkiye sahiptiler.
Altı yıl içinde, 1933?ten 1939?a kadar, rejim bir ölçüde halk tarafından benimsendi ve tutuldu. İşsizliğin kontrol altına alınmış olmasının ve dış politikadaki başarıların bunda büyük payı vardı. Her vesileyle iyi niyetini, barışçı amaçlarını ilan eden Hitler, geçici tavizleriyle cesur oldu bittilerini bağdaştırmasını bildi. 16 Mart 1935?te zorunlu askerlik hizmetinin geri getirildiğini ilan etti; 7 Mart 1936?da Rheinland?ın askerlikten arındırılmış bölgesini işgal etti; 12 Mart 1938?de Avusturya?yı ilhak etti (Anschluss). Son olarak, Eylül 1938?de, İngiltere ve Fransa bir defa daha Almanya?ya boyun eğerek Südetler bölgesinin Reich topraklarıyla bütünleştirilmesini kabul ettiler. Hitler böylece tek bir kurşun sıkmadan Versailles Antlaşması?nın bütün siyasi hükümlerini ve ayıbını silmişti. Bundan cesaret alarak yayılmacı politikasını sürdürünce, o zamana kadar bunu coşkuyla karşılamış olan ordunun yüksek rütbeli komutanları kaygılanmaya başladılar. Çünkü askerler, Almanya?nın henüz Avrupa çapında bir çatışma için hazırlıklı olmadığına inanıyorlardı. Ama Şubat 1938?den beri Alman silahlı kuvvetlerinin başkomutanlığını üstlenmiş olan Hitler macerayı sürdürmeye karar verdi. Mart 1939?da Çekoslovakya?yı ortadan kaldırdı: Çeklere ait olan kısım bir Alman protektorası oldu. 1939 yazında patlak veren Dantzig krizi üzerine Fransa ve İngiltere artık daha fazlasına katlanmayacaklarına karar verdiler. Mussolini ve Göring Hitler?i yumuşatmaya çalıştılar, ama nafile. 23 Ağustos 1939?da Sovyetler Birliği?yle imzaladığı saldırmazlık paktına güvenen diktatör 1 Eylül?de Polonya?nın işgal edilmesi için emir verdi. Böylece İkinci Dünya Savaşı başladı.

Zaferlerden Çöküşe
Nazi zaferlerinin hızına ve genişliğine rağmen (Eylül 1939?da Polonya, Nisan 1940?ta Danimarka ve Norveç, Mayıs-Haziran 1940?ta Belçika, Hollanda ve Fransa işgal edildi), İngiltere direnmeye devam etti ve zaman Almanya aleyhine çalışmaya başladı. Başlıca dünya devletleri, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, çok geniş silahlanma programlarını yürürlüğe koydular. Bunun üzerine Hitler, Sovyetler Birliği?ne saldırmaya ve ülkeyi istila etmeye karar verdi. Önce büyük bir başarı elde etmekle beraber, Wehrmact?ın 22 Haziran 1941?deki saldırısı Moskova önlerinde durduruldu. Almanya böylece iki cephede birden savaşmak zorunda kaldığı bir savaşın tuzağına düştü. Ama Hitler ileriye doğru kaçmayı tercih etti. Peari Harbor?a yöneltilen Japon baskınından sonra, Amerika Birleşik Devletleri?de savaşa girdi. Hitler 1942 baharında Doğu cephesinde yeni bir saldırıya geçti. Fakat bu da Şubat 1943?te korkunç Stalingrad yenilgisiyle sonuçlandı. Savaşın, çıkar yol olmadığı anlaşılmıştı, ama bununla beraber, yine de savaş Nazi rejimine yıkıcı ve terörist potansiyelini sonuna kadar kullanma fırsatını verdi. Almanya Rusya?ya saldırdıktan sonra Nazilerin baskı, işkence ve imha politikası çok daha büyük boyutlara ulaştı: Avrupa Yahudilerinin yok edilmesine karar verildi (nihai çözüm) ve bunlara karşı tam bir soykırım uygulandı. Temerküz kamplarında beş milyonun üstünde Yahudi hunharca öldürüldü.
1943?ten itibaren Almanya?nın askeri durumu kötüleşmeye başladı. Saldırıda atak ve yaratıcı olan Hitler özellikle Rus cephesinde bir savunma stratejisi uygulamakta zorlandı ve bunu başaramadı. Birbirini izleyen yenilgiler karakteri üzerinde derin etkiler yarattı ve artık halk içine çıkma- maya başladı. Goebbels bundan büyük bir umutsuzluğa kapıldı; çünkü bütün propaganda ve milletin moralini yükseltme işleri onun cılız omuzlarına yüklenmişti. Gitgide daha az konuşan Führer ara sıra bu sessizliği bozduğu zaman da etrafındakilere daha çok yeni dünya düzeni ve Avrupa?nın yeniden örgütlenmesi konusundaki çılgınca projelerinden bahsediyordu. Zamanının kalan kısmını da genelkurmayın haritaları üzerine eğilerek askeri duruma boşuna çare aramaya çalışmakla geçiriyordu. Hitler göz göre göre çöküyor ve yüksek dozda aldığı ilaçların etkisiyle günden güne ihtiyarlıyordu. Ama her şeye rağmen iktidarı savaşın son günlerine kadar sarsılmadı. 20 Temmuz 1944?te maruz kaldığı başarısız suikast teşebbüsü de halk arasında hala ne kadar sevildiğini göstermekten başka bir işe yaramadı. Ama o artık milletinin çektiği acılara kayıtsızdı. 30 Nisan 1945?te, Sovyet kuvvetleri Berlin?e girerken, Hitler metresi Eva Braun ile evlendikten sonra bunkerinde (yeraltı sığınağında) intihar etti. Daha önce Almanya?nın tüm sınai altyapısının imha edilmesi için emir vermiş ve siyasi vasiyetini kaleme almıştı.

İkinci Dünya
Savaşı?nın Sonuçları

Savaşın dünya çapında yayılması, 1914?1918 Savaşı?ndakinden daha fazla bir nitelik taşır. Latin Amerika, Avustralya ve zenci Afrika?nın bir bölümü dışında, savaş her yeri kasıp kavurdu ve bütün okyanuslara, sıçradı.

Ağır Bilanço
İnsan kayıpları korkunç boyutlara ulaştı: 50 milyon erkek ve kadın öldü ve ilk kez sivil halktan ölenlerin sayısı askerlerin çok üstüne çıktı. Kimi ülkeler bu ölümlerden çok fazla etkilendi:
SSCB, nüfusunun yüzde 10?unu, Polonya yüzde 20?sini, Yugoslavya yüzde 10?undan fazlasını yitirirken, savaşa katılan insan sayısının fazlalığına karşın, Amerikanların yalnızca yüzde O,2?si bu savaştan geri dönemedi.
Japonya ve Avrupa enkaz haline geldi. Polonya, sanayi tesislerinin yüzde 80?ini yitirdi. Fransa?da yıkımlar, Birinci Dünya Savaşı?ndakinin çok üstündeydi. İlerlemeye duyulan inanç, daha önce Birinci Dünya Savaşı ile de örselenen insan toplumlarının bilimin yardımıyla insanoğlunu daha saygı duyacağı bir uygarlığa kavuşturacağı düşüncesi de, bu savaşın bir başka kurbanıdır. Yoğun bombardımanlar, atom bombasının yapılması, insanoğlunun yok etme gücünü bir kere daha ortaya koydu. Nazilerin ve Japon Ordusu?nun acımasızlığını tüm dünya öğrendi. Avrupa?nın işgali, Fransa?da Oradour-sur-Glane?da yapıldığı gibi tüm bir köyün yok edildiği katliamlara yol açtı. İşkence, rehin almalar ve uluorta infazlar işgal ordularınca sistemli bir biçimde uygulandı. Özellikle, Nazilerin Yahudiler, Çingeneler ve Slavlar için inşa ettikleri toplama kampları ve güttükleri yok etme politikası, büyüklüğüyle ve baş vurulan yolların titizliğiyle vicdanları derinden yaraladı: savaş öncesinde, Avrupa?da yaşayan 10 milyon Yahudi?den 6 milyonu savaş sırasında korkunç koşullar içinde yaşamlarını yitirdi.
Bu cinayetlerin yarattığı heyecan uzun süre devam etti; Müttefiklerin Nürnberg?de, Nazi önde gelenlerinin bir bölümüne karşı açtıkları dava (Ekim 1945-Ekim 1946), Alman devlet arşivlerinin yardımıyla, işlenmiş cinayetlerin boyutunu tüm korkunçluğuyla gözler önüne serdi: Dava, on iki Alman sorumlunun savaş suçu veya insanlık suçundan (temeli bu davaya dayanan hukuk kavramı) ölüm cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı. Tokyo?da açılan benzeri bir dava (Haziran 1946-Kasım 1948), aralarında, 1941?den 1944?e değin Japonya?yı yönetmiş olan General Tojo?nun da bulunduğu yedi Japon yöneticinin ölüm cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı.

Yeni Güç Dengeleri
Savaş, devletlerarasındaki güç dengelerini değiştirdi. Kısmen yıkılan Avrupa, mali gücünü yitirdi. İngiltere, savaş gücünü paraca karşılayabilmek için, ABD?ye büyük oranda borçlandı ve aktiflerinin önemli bir bölümünü elden çıkarmak zorunda kaldı. Sömürgelerde de Avrupalıların gücü sarsıldı. Asya?da Japonya?nın başarısı, metropollerin gücünün sınırlarını ortaya çıkardı. Bundan başka, halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesini savunan Amerikalılar, bağımsızlık akımlarını desteklediler.
Buna karşılık, Amerika?nın gücü savaştan sonra olağanüstü bir biçimde arttı. Bu güç, öncelikle ekonomik nitelikte oldu. 1938?de Avrupa üretiminin ancak yüzde 76?sına ulaşabilen Amerikan sanayi üretimi, 1947?de yüzde 151?lik bir orana ulaştı. ABD, dünya ticaretine egemen oldu ve dört yılda 53 milyongros tonluk ticaret gemisi yaptı, 1938?de dünya ticaret gemisi filosunun yüzde 16?sıyla sınırlı kalan Amerikan ticaret filosu, 1945?te bunun yarısından fazlasını kapsadı. Son olarak da Müttefiklere verilen borçlar ve yapılan teslimatlar, ABD?nin dev para rezervleri edinmesini sağladı: dünya altın rezervlerinin yüzde 70?inden fazlası (SSCB hariç) ABD?de bulunmaktadır. Tüm bunlara son derece büyük donatımlı ve atom bombasını elinde bulunduran tek ordunun ağırlığı da eklendi.

İngiltere?ye bağlı ülkelerle Güney Amerika ülkeleri de savaştan kazançlı çıktı, ama ikinci büyük güç artık SSCB oldu. Gerçi, Sovyet ekonomisi ABD ile rekabet edebilecek güçte değildi (1948?de SSCB çelik üretimi, Amerikan üretiminin neredeyse dörtte birlik bir bölümüne eşitti); ama kalabalık mevcutlu ve iyi donatımlı Kızıl Ordu, Avrupa?nın göbeğinde konuşlanmıştı.


Yalta?dan Postdam?a:
Dünyanın Yeniden
Düzenlenmesi

Daha savaş sonuçlanmadan, iki büyükler, dünyanın yeniden düzenlenmesine koyuldular. 1945 Şubat?ında Kırım?da toplanan Yalta Konferansı?nın konusu, bu düzenlemeyi yönlendirebilecek öncelikleri tanımlamaktır. Ülkelerin kendi hükümetlerini özgürce seçebilme olanağı ve uluslararası sürtüşmelerin diplomatik yollardan çözülmesi gibi kimi genel ilkeler burada saptandı. Öteki kararlar, temelde Almanya?nın ve Doğu Avrupa?nın geleceğine ilişkindi. Stalin, Japonya?ya karşı sürdürülen savaşta, desteğini güvence altına alma kaygısında olan Roosevelt?e, 1918?1921 yıllan arasında Rusya?nın elinden çıkan bölgelerin SSCB?ye geri verilmesini kabul ettirdi. Doğu kesimi elin den alınıp Polonya?ya verilen Almanya, işgal bölgelerine ayrıldı. Almanya?nın sanayii ve askeri gücü sıkı bir denetim altına alındı. Uluslararası sürtüşmelere hakemlik yapmakla yükümlü bir Birleşmiş Milletler Örgütü?nün kurulması karara bağlandı.
26 Haziran 1945?te imzalanan San Fransisco Sözleşmesi ile, bu örgüt ortaya çıkmış oldu. Bir genel kurul, üye devletlerin temsilcilerini bir araya getirdi. Yenilen ülkeler bu kurula alınmadı; gerçek güç, hepsi de veto hakkına sahip olan daimi beş üye (SSCB, ABD, Çin, İngiltere, Fransa) ile Genel Kurul?un iki yıllığına seçtiği altı üyeden oluşan Güvenlik Kurulu?na verildi. BM?nin kuruluşunu sağlayan uyum uzun ömürlü olmadı. 1945 Temmuz?unda toplanan Potsdam Konferansı, uzlaşmazlıkların boyutunu görmeye olanak sağladı. Sovyetler, Doğu Avrupa?yı kendi etkinlikleri altında bir savunma duvarına dönüştürmek istedi: artık Japonya?ya karşı SSCB varlığına gereksinim duymayan ve nükleer silaha sahip olan ABD?nin yeni başkanı Harry Truman bu istekleri karşılamayı kabul etmedi, serbest seçimler yapılmasını istedi ve Alman sınırının doğu çizgisini tanımadığını açıkladı. Almanya?nın geleceği konusunda da görüş ayrılıkları doğdu. Bu yüzden, anlaşmazlıkların çözümlenmesi iki büyüklerin karşılıklı etki alanlarında alacağı tek yanlı kararlara bağlı kaldı. Avrupa?da en kazançlı SSCB çıktı. 1917?den sonra yitirdiği bölgeleri geri aldı, Doğu Prusya?nın bir bölümünü, Finlandiya?dan aldığı Karelya?yı ve Çekoslovakya?dan aldığı Zakarpatskaya?yı kendine bağladı. Polonya, doğudaki toprak kayıplarını karşılamak için batıdaki sınırlarını genişletti, bu da, Almanya?yı, geniş nüfus topluluklarının göçüyle birlikte, bu yeni düzenlemenin tek kurbanı yaptı: 12 milyon Alman, ülkelerini terk etmek zorunda kaldı ve birkaç milyon Polonyalı, SSCB?nin aldığı topraklardan Batıya aktarıldı. Asya?da Japonya, Japon Takımadaları dışındaki ve bunun kuzeyindeki bütün toprak varlığını elden çıkarmak zorunda kaldı. Afrika?da İtalya, Eritre dışında, bağımsızlığına kavuşan tüm sömürgelerini kaybetti.

?Soğuk Savaş?ın
Başlangıcı

Bu yeni dünyada, kısa sürede biri ABD?nin, öteki SSCB?nin çevresinde bir araya gelen iki bloğun sürtüşmeleri egemen oldu. Almanya?nın geleceğine ilişkin görüş ayrılıklarına, Amerikalıların, Stalin?in, Doğu Avrupa politikasına karşı olmaları da eklendi.
1945 sonbaharından sonra, Stalin, Avrupa?nın bu bölgesindeki ülkelerde SSCB yanlılarının iktidara gelmelerini kolaylaştırdı ve Anglosaksonlann desteklediği rejime karşı gerilla savaşı veren Yunan Komünist Partisi?ni destekledi. Bu da, Batılıların tutumunda bir sertleşmeye yol açtı. Churchill, Avrupa?yı bölen ?Demir Perde? tehdidi karşısında, 1946?dan sonra ?Ingilizce konuşan toplulukları, her türlü, hırs veya serüven eğilimlerini ortadan kaldırmak için birleşmeye? çağırdı.
Ama daha düne kadar müttefik olan devletlerarasındaki kopuş, gerçek anlamda 1947 yılında ortaya çıktı. Mart ayında, ABD, Yunanistan?a ekonomik ve askeri bir yardım sağladı. Haziran?da Dışişleri Bakanı George Marshall, Amerikan Hükümeti?nin, kendini toparlaması için Avrupa?ya yardım niyetini açıkladı.
Avrupa ekonomisini destekleyen bu önemli ekonomik yardım, Amerikan ihracatına pazar sağlayacak ve ülkelerin geleceğinin iyileşmesiyle, Batı Avrupa?da komünist akımların başarılı olması engellenecektir. Sovyetler, ?Marshall Planı?nın elde edilmesi için gerekli koşulların geçersiz olduğunu ilan etti.
İki blok oluştu ve bu bölünme iki bloğun yöneticilerince aşılmaz bir ideolojik sürtüşme biçiminde sunuldu. Bu da uzlaşmazların ve muhaliflerin kovulmasına yol açtı: komünist bakanlar, Batılı ülkelerin hükümetlerinden çıkarıldılar.
Temmuz?da, Amerikalı diplomat George Kennan, ülkesinin yirmi yıllık politikası olan engelleme siyasetini (containment) açıkladı:
Sovyetler?in karşısına ?barışçıl ve dengeli bir dünyanın çıkarlarını çiğnemeye kalkacakları her durumda yenilmez bir güç çıkarmak?.
Bununla birlikte, SSCB, Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki el koyma politikasını daha da pekiştirdi. Komünist partiler ve işçi partileri arasında iletişim sağlamaya yönelik bir büro olan Kominform kuruldu ve Sovyet delegesi, burada, dünyanın geri dönülmez bir biçimde iki karşıt tarafa bölündüğü görüşünü kabul ettirdi. Böylece ?Soğuk Savaş? başlamış oldu?

Van Gogh

Vincent Van Gogh (1853 - 1890)

Van Gogh yalnız on sene içinde sekiz yüzden fazla tablo, desen ve kroki yaparak büyük bir sanatsal üretimde bulunmuştur. Son derecede kişisel bir üslup taşıyan, fırça darbelerinin belli olduğu çok canlı renklerle boyanmış, boyanın kalın bir tabaka oluşturduğu tabloları, zamanında pek tanınmamıştı, ama sonraki kuşakları, özellikle de fovlar ile dışavurumcuları büyük ölçüde etkiledi.

Vincent Van Gogh 30 Mart 1853?te Zundert?e (Hollanda), bir Protestan papazın oğlu olarak dünyaya geldi. İyi bir genel eğitim aldıktan sonra 1869?da, Lahey?de sanat tüccarı Goupil?in yanında çalışmaya başladı. 1873?te, kendisinden dört yaş küçük olan kardeşi Théo da Goupil?in Brüksel?deki bir şubesine girdi; aynı günlerde Van Gogh da şirketin Londra?daki şubesine atandı. Van Gogh ölünceye kadar kardeşiyle mektuplaştı. Belli bir yerde durmayan, birçok ülke ve şehir değiştiren, ailesiyle sürekli bozuşup tartışan Van Gogh, sinirli ve çoşkulu bir karaktere sahipti; beklide buna bağlı olarak toplum dışına itilmiş kişlerle ilgilenmeye başladı ve vaiz oldu. Mons bölgesinde (Belçika) yer alan Borinage?daki küçük çocukları eğitmekle görevlendirildi. Onları öylesine büyük bir çoşkuyla eğitmeye çalıştıki sonunda hasta düştü. Böylesine asşırı bir çoşku göstermesi öbür kilise mensupları tarafından hoş karşılanmadı ve Van Gogh kısa bir süre sonra görevinden alındı.

Hollanda Yılları:

Geçirdiği bu deneyimin yanı sıra Dickens?ın, Dostoyevski?nin kitaplarından da büyük ölçüde etkilenen Van Gogh, yirmi altı yaşındayken ressam olmaya karar verdi. Artık gizemci arayışını sanat alanında sürdürecek, Millet?in köy yaşamını konu alan tablolarını kopya etmeye başlayacak ve akrabası olan ressam Anton Mauve?un öğütlerini dinleyecektir. Ne var ki Théo ile birlikte sanatçının tek desteği olan Anton Mauve, bir süre sonra, fazla tuhaf bulduğu Van Gogh?a sırt çevirdi. Vincent?ın sanat tüccarı olan bir amcası kendisine on iki Lahey manzarası ısmarladı. Van Gogh bunun üzerine resimlemeci (illüstratör) olmaya yöneldi. Nuenen?deki ana babasının yanına dönünce köy yaşantısından sahneler resmetti ve natürmortlar yaptı. Gündelik hayattaki nesneleri ışık-gölge karşıtlıklarıyla veren bu kompozisyonlarında XVII. yy. Hollanda ressamlarından (Rembrandt, Gerard Dou, Gabriel Metsu) esinlendi. 1885 yılının kışında, elli kadar köylü yüzü çizdi; bunlar sofrada bir yemek anını canlandıran daha iddialı bir kompozisyon için yaptığı etütlerdi. Yakınları ve çevresindekiler kendisine poz verdiler ve Van Gogh bütün gücüyle sefaleti, umutsuzluğu ve boyun eğmeyi anlatmaya çalışırken, bu özellikleri de şiddetli ışık ve gölge karşıtlıklarıyla daha yoğun hale getirdi. Nisan 1885?te, babasının ölümünden bir yıl sonra Van Gogh Patates Yiyenler adlı o büyük kompozisyonuna son fırçasını da vurdu. Ama köyün papazı, kilise mensuplarından ona artık poz vermemelerini istedi. Bunu üzerine sanatçı Nuenen?den ayrılarak Anvers?e gitti ve orada kendisi için son derecede önemli olan iki keşifde bulundu: bunlardan biri Güzel Sanatlar Müzesi?nde görüp hayran kaldığı Rubbens?in tablolarıydı, öbürüyse Doğunun ilgi çekici eşyalarını satan dükkanlarda gördüğü Japon estamplarıydı. Modele bakarak çalışmak için Güzel Sanatlar Akademisine kaydını yaptırdı; ama bu arada ticari amaçla portreler ve şehirden görüntüler çizmeyi de sürdürdü. Başarısız olması üzerine cesareti kırıldı ve 1 Mart 1886?da Paris?e hareket etti.

Paris?te Bohem Hayatı:

Vincent, Paris?te modern resmi tanıdı ve sanat piyasasında kendini kabul ettirebilmek için üslubunu değiştirmek gerektiğinin bilincine vardı. Kardeşiyle birlikte Montmartre?daki Lepic sokağında rahat bir daireye yerleşti. Paris?in büyük bulvarlarındaki tablo sarıcılarının vitrinleri önünde dolaşıp durdu; Julien Tanguy?un dükkânının müdavimi oldu ve hatta Japon estamplarını fon diye kullanarak Tanguy?nin bir portresini yaptı. Delacroix ile Puvis de Chavannes?ın resimlerine ve süslemelerine, Monticelli?nin kalın boya tabakasıyla gerçekleştirdiği, renkleri çok canlı natürmortlarına hayran kaldı. İzlenimcilik onu şaşırttı ama aynı zamanda aydınlık resmi bulmasını da sağladı. 1887 ilkbaharında, dostu Signac, onu açık havada çalışmak üzere Asniéres?e götürdü. Yeni izlenimciliğin etkisiyle, fırça darbeleri parçalara ayrıldı, paletleri aydınlandı. Van Gogh tablolarına artık saf renk dokunuşlarıyla belirginleşen ince gri nüansları katmaya başladı. Yakın banliyöden görünen birçok Paris manzarası yaptı; bu tablolarında, doğmuş olduğu ülkenin hiçte yabancı olmadığımız görüntülerini çağrıştıran Montmartre değirmenleri göze çarpıyordu. Kasım 1887?de Clichy yolundaki Grand Bouillon?da hem kendi eserlerini, hem de arkadaşları Émile Bernard, Louis Anquetin ve Toulouse-Lautrec?in eserlerini sergiledi. Ressam Cormon?un atölyesinde tanımış olduğu bu arkadaşları kendilerine ?Küçük Bulvarın İzlenimcileri? adını vermişlerdi. Van Gogh, Paris?te geçirdiği iki yıl içinde aşağı yukarı 220 tablo ve desen gerçekleştirdi: bunların arasında kendi portreleri, şehir manzaraları, çiçek resimleri, heykel ve Japon estampı kopyaları, meyve, ayakkabı ve kitap natürmortları (Paris Romanları) vardı. Hollanda dönemine ilişkin karanlık üslubu bıraktıktan sonra kalın bir boya tabakası sürdüğü palet bıçağın yanı sıra fırçada kullandı ve işlediği motiflere biçim veren dokunuşları görünür durumda bıraktı. Çoğunlukla ışıl ışıl parlayacak biçimde vurulan bu fırça darbeleri, işlenen konuya özel bir titreşim katıyordu. Van Gogh?un sanat anlayışı, sadece birkaç ay içinde tam anlamıyla değişmişti. Ama gerçek çalışma hırsı, gerekse Montmartre?ın zevk ve eğlence çevrelerine düşkünlüğü nedeniyle hem kafaca hem de bendence yorgun düştü. Şubat 1888?de, dinlemek ve daha yumuşak bir iklimde yaşamak için Fransa?nın güneyine gitmeye karar verdi.

Arles ve Saint-Rémy:

Ama Van Gogh çok geçmeden hayal kırıklığına uğradı: geldiği Arles Şehrinin dondurucu bir kışı vardı; ayrıca giyim kuşamını ihmal etmesi ve sert davranışlarıyla, bu şehirde ilgi yerine kuşku uyandırmıştı. Bütün geliri kardeşinden gelen para olan Vincent önce küçük evlerde kaldı, eylülde ?Sarı Ev? olarak adlandırılan evde kiraladığı dört odaya yerleşti. Çektiği maddi sıkıntılara rağmen sanatçı gelir gelmez işe başladı. İlkbaharla beraber kırsal bölgeler hayranlık uyandıran görüntülere bürünüyor, kiraz ağaçları çiçeklenerek Japonya?yı hatırlatan tablolar oluşturuyordu. Ressam, Arles kanalı köprüsü yakınlarında Portde-Bouc?ta oyalanıyor (L?Anglois Köprüsü), orada gezinenlerin, köprüden geçen yük arabalarının ve çalışan çamaşırcı kadınların resimlerini yapıyordu. Haziran başlarında Van Gogh, Saintes-Mariesde-la-Mer?de bir süre kaldı; sahile yerleşerek sürekli yenilenen bir manzarayı birkaç çizgiyle resmetmek istiyordu. Desen kağıtlarını kamış kalem kullanarak çini mürekkebiyle kaplıyor, kendi yaptığı perspektife uygun çerçeve sayesinde manzara ile ilgili çok kesin notlar alıyordu; böylelikle her öğe, tahtadan bir kasnağa yatay ve düşey olarak gerilmiş iplerin yarattığı kareli görüntü sayesinde kolayca yerine oturtulabiliyordu. Van Gogh daha sonra sahil manzaraları yapmak için atölyede yaptığı etütleri yenide ele aldı. Bu desenler, onun konuyu büyük deformasyona uğratmasına yol açan doğal içten gelen bir anlatıma egemen olmasını sağlıyordu. Arles?a yeniden döndüğünde, açık hava çalışmalarını sürdürdü, çini mürekkebiyle tarlada çalışanların resimlerini çizdi, daha sonra da bunları tablo haline getirdi.

Van Gogh, Gauguin ve mile Bernard ile Fransa?nın güneyinde (Midi) bir atölye, Pont-Aven?dakine benzer bir sanatçılar topluluğu kurmak istiyordu. Gauguin?e ithaf ettiği kendi portresini buna karşılık olarak ona, gönderdi. Gauguinde buna karşılık olarak ona, yüz çizgilerin iyice belirginleştirdiği ve bile bile Jean Valjean?a benzettiği bir tuval yolladı; tablonun adıysa Sefiller?di. Her iki sanatçı da birbiınin düşüncesini almadan kendilerini toplumun paryaları olarak: emsil etmişlerdi. Gauguin Arles?a gitmek üzer Pont-Aven?dan ayrıldı e 23 Ekim 1888?de Arles?a vardı. Ancak iki sanatçı, bir araya geldikten sonra, umdukları gibi pek öyle huzurlu bir hayat yaşayamadılar. Onları birbirine karşıt kılan şeyin ne olduğunu kısa sürede fark ettiler: zevkleri ve yaşama ritimleri. İlk günlerde Gauguin çalışma ve dinlenme günleri belirlemek istedi. İki ressam bazen yan yana aynı motifler üstünde (Alyscamps ?ların bahçesi, şehrin çevresindeki kırlar, gece kahvesi) çalışıyorlardı, ama Gauguin Arles?daki yaşama biçimini hiç beğenmiyordu. Sık sık kavga ediyorlardı. Böyle bir kavgadan sonra Vincent kulağını usturayla kesti ve kopan parçasını bir fahişeye hediye etti. Bunlar olup biterken Gauguin olay yerinde değildi; ama yine de tutuklandı. Serbest kalır kalmaz Tho?dan kardeşinin yanına gelmesini rica etti. Üç gün sonra 26 Aralık?ta iki adam birlikte Paris?e döndü. Vincent ise hastaneye yatırılmıştı. Düşünülenin tersine Van Gogh kısa zamanda kendine geldi. Atölyesine döndü, sargılı kulağını gösteren bir portresini yaptı. Ne var ki bu iyileşme geçiciydi. Kaygılar, sıkıntılar kısa sürede ressamın ruh sağlığını bozmuştu. Van Gogh şu- hatta yeniden hastaneye yatırıldı, sonra kendi isteğiyle Saint-Rmy yakınlarındaki Saint-Paul-de-Mausole?e yattı. Buranın müdürü atölye olarak kullanması için ressama bir oda verdi. Van Gogh, ya pencereden dışarıya bakarak ya da hastanenin bahçesinde çalıştı, bahçedeki çiçekleri, çınar ağaçlarının ve çeşmenin resmini yaptı. Bazen bir hastabakıcı eşliğinde hastane dışına çıkıyor, zeytin ağaçlarını ve selvileri, boyayı kalın tabakalar halinde kullanarak tablolarına aktarıyordu. Bu ağaçların kıvrımlı, dolambaçlı biçimleri, gökte döne döne ilerleyen korkunç bulutlarla uyum içindeydi. Bu tablolar ressamın acılarını, sıkıntılarını yansıtıyordu. Bundan sonra geçirdiği delilik krizleri 1889 Temmuz?unun ortalarından 1890 kışına kadar birbirini izledi ve çalışmalarını engelledi. Kısa süren yatışma dönemlerindeyse ressam Millet?in estamplarını kopya ediyordu. Bunlar röprodüksiyondan çok renkli gerçek birer eser niteliğindeydi.

Auvers-Sur-Oıse

Bir süre için sağlığına kavuşan sanatçı Auvers-sur-Oise?a hareket etti, bu arada Paris?e de uğradı. Orada, tuvallerinin Tho?nun dairesinde yığılı olduğunu gördü, bu ona çok acı verdi, çünkü tabloların satışı için Tho?ya güveniyordu; öte yandan bazı tuvallerinin de Peder Tanguy?nin evinde, bir ?tahtakurusu deliğinde? süründüğü de gözünden kaçmadı. Yalnızlığına ve hastalığına rağmen ressam hiçbir zaman kendini kabul ettireceği umudunu yitirmedi. Mayıs sonunda Auvers-sur Oise?da, küçük, gösterişsiz Sanit-Aubin oteline, sonra da Ravoux kahvesine yerleşti. Koleksiyoncu olan ve kendisine yakınlık gösteren Doktor Gachet tarafından tedavi edildi. Van Gogh onun iki kez portresini yaptı. Güzel yaz günlerinde kır manzaraları, buğday tarlalarını, saman yığınlarını konu aldığı tuvaller de yapıyordu. Bu kompozisyonlarda geleneksel olana bir dönüş vardır, ama yine de fırça darbeleri çok daha belirgindir ve bir yürek darlığı bir iç sıkıntısı kendini belli eder. Hayatını tehdit eden tehlike, tablolarında, buğday tarlaları üstünde uçuşan kargaların belirmesiyle açığa çıktı. Sanatçı ölümü böyle üzüntü verici bir manzara içinde seçti ve 27 Temmuz 1890?da göğsüne bir kurşun sıktı; iki gün sonra da öldü. Altı ay sonra Tho da öldü. İki kardeş Auvers-sur-Oise mezarlığında yan yana gömülmüşlerdir.

Au Ver S - Sur-Ol S E - Kilisesi

Van Gogh bu gotik kilisenin resmini yapmak için şövalesini meydanının alt kısmına yerleştirmiştir. Amacı çan kulesini ve mihrap bölümünü kompozisyonunun içine alabilmektir. Bu alttan görüş sayesinde yapının piramit biçimi iyice vurgulanmış olur. Seçtiği konuyu gerçekçi bir biçimde vermek kaygısı içinde olmayan ressam, mimari kütlelerin dengesi, eklemlenişleri ve yukarıya doğru yükselmeleri üstünde ısrarla durur. İsteyerek deforme ettiği deseni, biçimlerde bir dramatizasyona yol açar. Binaya bulutların mavi rengi vurur, vitraylarda küçük bir nüansla lacivert olarak belirir. Işık kilisenin çıkıntılı sivri köşelerine takılır, çatılardan uzun ve beyazımsı çizgiler halinde biçimleri çevreleyerek akar. Van Gogh yapmakta olduğu tablo ile ilgili olarak kız kardeşine yazdığı Haziran 1890 tarihli bir mektubunda şöyle der: ?[...] öyle bir etki ki, burada derin ve sade bir saf kobalt mavisi gök içinde bina morumsu görünüyor, vitraylı pencereler sanki lacivert lekeler gibi, çatı mor, bir bölümü de turuncu. Ön planda çiçekli küçük bir çimenlik ve üstüne güneş vurmuş pembe bir kumluk.? Tablonun birinci planı, tepesi aşağıda bir üçgen oluşturur; bu, kilisenin ters dönmüş biçimidir. Soldaki yolda ilerleyen köylü kadın bize kompozisyonun ölçeğini verir. Sanatçı ölümünden bir ay önce yapmış olduğu bu şaheseri, kendisini tedavi etmeye ve yatıştırmaya çalışan dostu Doktor Gachet?ye hediye etmiştir. Tablo günümüzde Paris?teki Orsay Müzesi?ndedir.

Kişisel Yaratıcılığı

?İçgüdünün, esinin, içten gelen dürtülerin, bilincin, çoğu insanın düşünemediği ölçüde iyi yol göstericiler olduğunu ileri sürüyorum? sözleriyle yücelten Van Gogh, eserlerini yaşadığı süre içinde değerlendiremeyen sanatseverlerin sınırlı dünyasını aşıyordu; ölümünden yüz yıl sonra eseri baş döndürecek bir yüceliğe erişecektir. Yalnızca mistisizmin alkole karşı açtığı savaşla nitelenen yazgısıyla değil, renklere simge gücü, hatta bir ?tedavi gücü? katan dehasıyla da evrenselleşecekti. Çağdaşlarınca barbar olarak nitelenen üslubu, yaşadığı dönemde çok az kişinin değerlendirebileceği uluslararası bir kültüre dayanıyordu. Rembrandt?ı, Rubens?i, Holbein?ı, İngiliz önRaffaellocuları, Barbizon Okulu?nu, Delacroix?yı, Millet?yi ve Hokusai?yi tanıyordu... Dürer?den en modern desencilere varıncaya kadar, gravürlere tutkulu bir hayranlık duyuyordu. Ayrıca Shakespeare?den Zola?ya tüm yazarları okumuş olan Hollandalı ressam, XX. yüzyıl sanatçılarını en çok etkileyen kişidir. Ne var ki Czanne?ın Sainte-Victoire Dağı?nı Yıldızlı Gece?yle karşılaştırdığımızda, ilkinin klasikçiliğe, ikincisininse baroka yaklaştığını, böylelikle de bu iki ressamı birbirinden ayıran mesafeyi görürüz. Yaptığı kendi portreleri, Van Gogh?un yaratıcı gücünün eseri olan manzaralarındaki gibi, arı rengi esas aldığını kanıtlar. Fransa?da, Almanya?da, Belçika?da ve bütün dünyada gençlik ona hayranlık duydu; bu hayranlık günümüzde de sürmektedir.

?Van Gogh?u Babamdan Çok Seviyorum?

Van Gogh, yaşadığı süre içinde bir tek tablosunu satabildi. Kırmızı Üzüm Bağı adlı bu tabloyu, dostu Eugéne Boch?un kız kardeşi olan Anna Boch satın almıştı. Yeni kuşağın, onun uzun süre belirli bir çevre içinde tanınan, bilinen sanatının resim alanına getirdiği dinamik ifade gücünü keşfetmesi ve yaptığı kendi portrelerine, modern resmin babası gözüyle, kendi aile resmi duvarda asılıymışçasına bakması için, ölümünün üzerinden 15 yıl geçmesi yetecektir. Daha 1892?de, kardeşi Tho?nun dul karısı Johanna, Amsterdam?da onun 100 kadar tablosunu ve desenini sergilemişti. Emile Bernard, Paris?te 1893?te Le Barc de Boutteville Galerisi?nde onun 16 tablosunu sergiledi. Almanya?da açılan sergilerde de bazı eserleri görüldü; ama Paris?te 1901?de Bernheim Galerisi?nde, 1905?teyse Dresden?deki Arnold Galerisi?nde ve Amsterdam?daki Stedelijk Museum?da (473 eser) açılan sergiler, Van Gogh ?un XX. yy sanatı üzerindeki görkemli etkisini perçinleyen sergiler oldu. Czanne, 1903?te L Bernard?ın ?Ga? ugin?lere ve Van Gogh?lara sırtını dönmesini? dilerken, Picasso gibi gençler, Hollandalının etkisiyle ?biçimin rengini, canlılığını? keşfediyorlardı.

Onun resme getirdiği büyük ritimden ve renk yoğunluğundan dışavurumculuğun öncülerinden Edvard Munch, Paris?te, 1888-1890?da; James Ensor, Yirmiler Derneği?nin Brüksel?de açtığı sergide esinlenme imkanını bulacaklardı; ama onun örneklerinden en çok yararlananlar Fransa?da fovist grup, Almanya?da Die Brücke (?Köprü?) grubu oldu. 1905?teki Sonbahar sergisinde ve onu izleyen yıllarda, fovizm akımından önceki fovistler olan Matisse?in, Derain?in, Vlaminck?in ve Hollandalı Van Dongen?in yaptığı tuvaller, Anversli ustaya görsel bir saygının ifadesi olarak kabul edilebilir. Dresden ?de 1907?de Die Brücke grubunu oluşturan sanatçılardan Kirchner?in, Schmidt-Rottluff?un, Pechstein?in vd?nin sergiledikleri resimlerdeki hırçın çizgilerden ve renk coşkusundan da aynı izlenim taşar. Hepsi, Vlaminck?in, Matisse ve Derain ile birlikte 1901?de açılan sergide Vincent?ın resmini keşfetmelerinden sonra, sergiden çıkarken yüksek sesle söylediği bir sözün etkisinde kalmışa benzerler: ?Van Gogh?u babamdan çok seviyorum.?

Tinsel Düşler ve Plastik Yenilik

Van Gogh, meslek yaşamının en çarpıcı dönemini Güney Fransa?da, Provence?da geçirdi; Cézanne da Provence?lıdır ve Fransızlar bu vesileden yararlanarak, bu bölgede geçirdiği günler Van Gogh?u ?Provence manzaralarının tuvale aktarılmasında Czanne (2) ile aynı çizgiye getirdi? gibi değerlendirmeler yapmaktan hoşlanırlar. Ve şöyle devam ederler: ?Vincent, büyüğü olan bu ustanın resimlerini Tanguy Baba?nın (Montmartre?da sanatçıların boyalarını aldığı satıcı) dükkanında sık sık görmüştü?. Oysa Vincent?nın güneye gidişindeki amaç başkaydı. Taşbaskılara düşkünlüğünün yarattığı düşsel bir Japonya. Arles?daki odasının duyarına astığı, kesik kulaklı, heyecan verici kendi portresinin (1) arkasında görülen Fuji-Yama taş- baskıları onu heyecanlandırıyordu. Saint-Remy?de yaptığı Yıldızlı Gece (3) adlı tablosu, Van Gogh?un tüm tinsel ve plastik araştırmalarının yoğunlaştığı tablodur.

Başlıca Eserleri

1885 Patates Yiyenler

1886 Çizmeler

1887 Sarı Kitaplar

(Paris Romanları)

Tanguy Baba?nın Portresi

1888 L?Anglois Köprüsü

Postacı Roulin Ayçiçekleri

Gece Kahvesi Vinc en t ? in

Arles?daki Odası

1889 Sarılı Kulağı ve Piposuyla Kendi Portresi

Akıl Hastanesinin Bahçesi

Yıldızlı Gece

Kendi Portresi

1890 Dr. Gachet?nin Portresi Kargalı Buğday Tarlaları

Mao Zedong

Mao Zedong (1893 - 1976)

1893 yılında Çin'in Human eyaletinde doğdu. Babası zengin bir kişiydi. 13 yaşına kadar sabahları tarlada çalışan öğleden sonraları da okula giden Mao Zedong, 1911 yılında Guomindang ordusuna katıldı. Bu ordu 1912 yılında Mançu Hanedanı'nı devirerek cumhuriyet ilan etti. Mao, Marksist fikirlerle de öğretmen okulunda okurken tanıştı; bu fikirler Pekin'e yaptığı bir gezi sırasında pekişti; bu gezi aynı zamanda ÇKP'yi kuracak olan öncülerle tanışma fırsatı verdi Mao'ya.

Mao, soydaşı olan Li Dazhao'dan çok etkilendi ve Li'nin "Çin'deki devrimin ancak köylü tarafından başarılabilir" fikrini daha sonraki mücadelelerinde ana düstur olarak benimsedi.

Mao, ilk siyasal faaliyetlerini Hunan'da özerklik yanlısı bir hareket içinde yürütmeye ve bu hareketin sosyalist gençlik bölümünü örgütlemeye koyuldu. Ardından ÇKP'nin eylemlerine katılacak ve onun desteklediği işçi sendikalarıyla bağlantılı bir madenciler grevi örgütleyecektir. 1921'de yapılan ÇKP kongresinde Mao sekreter oldu. ÇKP'nin ilk taktiği, birleşik milliyetçi taktiği oldu; bu cephede anarşistlerle omuz omuza mücadele yürütüldü ve hatta Cumhuriyetçi Sun Yat-Sen'in Guomindang'ı ile bütünleşildi.

ÇKP, 1925 yılındaki ilk devrimci ayaklanmasını organize etti ve bu ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu ayaklanma ÇKP için sonun başlangıcı gibiydi; 1927'ye gelindiğinde hemen hemen sıfır noktasına gelmişti. On yıl sonra parti Japon işgalcilerine karşı bir kez daha Guomindang ile işbirliği yaptı; ancak bu kez, kendi birliklerinin bağımsızlığını korudu; çünkü rüzgar artık Mao'nun kızıl devrimcilerinden yana esiroydu.

Aslında Mao, 1925 yılından itibaren parti ile ters düşen tezleri savunuyordu. Büyük ayaklanmalar geleneğini sürdüren Mao, Hunan eyaletinde ilk köylü birliklerinin kuruluşunu destekledi. Mao, yabancı etkisine açık olan şehirlerinden ziyade bu etkiye kapalı olan köylülerin harekete geçirilmesinin daha kolay olduğunu düşünüyordu. Ayrıca ÇKP'nin şehirli yöneticilerinin SSCB'nin sözcülüğünü yapmaktan başka bir iş yapmadığını düşünüyordu. Bu hareket Mao'nun liderliğe yükselmesinde önemli bir dönüm noktası oldu.

1927'deki kırımdan sonra komünistlerin yeniden örgütlenişi sırasında Çin Köylüler Birliği'nin yönetimine seçildi Mao. "Güz hasadı ayaklanması"ndan arta kalan birkaç köylüyü bir araya getiren Mao, ilk devrimci orduyu kurdu. Ne var ki Guomindang'ın lideri General Çan Kay-Şek'e bağlı hükümet birlikleri, Mao'nun devrimci ordusunu Jinggang Dağlarına sığınmaya zorladı; Mao, burada Parti'nin destek vermemesine rağmen, kasım 1927'den itibaren toprakları köylüler arasında paşlaştırdı ve köylüleri silahlandırdı. Kızıl Ordu'nun gelecekte komutanı olacak olan Zhu De'nin askeri yardımıyla kızıl üsler, özellikle Jiangxi Eyaletinde çoğaldı. 1931'de devlet başkanlığını Mao'nun üstlendiği bir Çin Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi; iki yıl sonra, Parti Merkez Komitesi'nin geri çekilmesi üzerine Mao bu eyalette komünist devrimin başına geçti.

UZUN YÜRÜYÜŞ VE İKTİDAR

Komünistler, 1934 sonbaharında bir yıl sürecek bir Uzun yürüyüş için Jiangxi'yi boşaltmak zorunda kaldılar: yola çıkan yaklaşık 100 000 kişiden yürüyüşün sonunda ancak onda biri hayattta kalabilmiştir. Kızıl Ordu birlikleri, düşman kuşatmasından kurtulmak için kendinden daha kalabalık ve daha iyi silahlanmış hükümet kuvvetleriyle çarpışa çarpışa kuzeybatıya doğru zorlu bir dağlık arazide 10 000 kilometre yol yürümüşlerdi.. İşte bu Uzun Yürüyüş'ün mimarları ve kalan 10 000 kişi, Çin devriminin de seçkinlerini oluşturdu.

Uzun yürüyüş ve daha sonraki dönemde ÇKP ve Mao, milliyetçi tepkiden de destek alarak kendi yönetimi altındaki topraklarda karşılıklı yardımlaşma ekipleri oluşturarak ekonomik örgütlenmeyi sürdürdü. Bu tarz örgütlenme şu ilkeden hareket ediyordu: "Parti otoritesi, ilke olarak tabana ifade özgürlüğü tanıyan ama yukarıdan alınan kararların tartışılmasını yasaklayan bir demokratik merkeziyetçilik ve dünşünceyi baskı altına alan "özeleştiri". Mao, Makyavel'den itibaren siyasette geçerli olan bir ilke ile başlangıçta, Parti'nin genel direktiflerine aykırı olarak (hedef için her yol meşrudur), zengin köylülerin desteğini yitirmemek için, aşırı sert bir tarım reformundan uzak durma politikasını uyguladı.

Mao, Guonmindang'a karşı üç yıl süren savaş ve Kuzey Çin köylülerinin yoğun bir biçimde hareket geçirilişi sonucunda, 1 Ekim 1949'da Pekin'de Tian An Men Meydanı'nda bir bildiri okuyarak Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan etti. (Kaynak: Büyük Ansiklapedi) 1954 yılında Devlet başkanı seçilen Mao, artık rejimin ideolojik güvencesi ve yeniden kavuşulan birliğin simgesiydi.

DÜŞÜNCESİ

1956'da Hrusçov'un Stalin'in kişiliğini tapınmayı eleştiren ve hatalarını ortaya koyan raporundan sonra, Çinli yöneticiler, ölmüş totoliter şefi savunmaya kalkıştılar; böylece Mao'ya yönelebilecek eleştirilerin önünü kesmek istediler. Nitekim Mao da, 1957'de verdiği Halkın İçindeki Çelişkilerin Adil Çözümü konulu söylevinde Marksist ve Leninis anlayışlarla arasındaki mesafeyi dile getirdi.

Sosyalizme geçiş evresi boyunca, Marksiszm-Leninizm, önceliği ekonomik etkenlere verir ve partinin ideolojisinin egemen olduğu kültürel alanı her türlü çelişkiden uzak tutar. Mao, Taocu yin ve yang geleneğine yaslanmakta tereddüt göstermeyerek, çelişkili etkenlerin ortadan kalkması nedeniyle, ideolojik devrimin ekonomik devrimden önce geldiği "kitle çizgisi" halinde kollektif enerjiyi seferber edecek ard arda devrimlerin zorunlu olduğunu ileri sürdü. Bu bağlamda, İleriye Doğru Büyük Sıçrama (1957-1960) gönüllü stratejisini benimsedi; bu doğrultuda "tarım cephesi askerleri" haline getirilmiş köylülerden ölçüsüz bir üretim çabası istendi. Büyük Sıçrama'nın sonucu 13 milyon kişinin açlıktan ölmesine yol açan bir kıtlık oldu. Bunun üzerine "Büyük Önder(!)" ülkenin doğrudan yönetiminden çekildi.

Mao'nun önemli fikir kaynaklarından biri de Charles Darwin'di. Daha sonra anlatılacak olan Kültür Devrimi*'nin temelinde de bu fikirlerin olduğu görülecektir. K. Mehnert, bu konuda "Mao, kurduğu bu düzenin felsefi dayanağını "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve Evrim Teorisi'ne dayanmaktadır" diyerek açıkça belirtmişti" demektedir.

II. DÖNEM İKTİDAR

1963'ten itibaren, belli başlı Maocu tezlere dayalı olarak olağanüstü bir propaganda saldırısı, bir sosyalist eğitim kampanyası başlatıldı: partinin kitleler tarafından denetlenmesi, hiyerarşiye son verilmesi, el emeğiyle kafa emeği, şehirle köy arasındaki faklılığın kaldırılması. Halk Kurtuluş Ordusu'nun yöneten Lin Biao, Mao'nun kişiliğinde gerçek bir tapınmayı örgütledi. Mao, bir kez daha ekonomi uzmanlarına karşı çıktı ve iktidarı ele geçirmek üzere parti aygıtına karşı Kültür Devrimi'ni (1965-1969) yönetti. Dört Eski'yi (eski düşünceler, eski kültür, eski alışkanlıklar ve eski adetler) yok etmeyi, Kültür Devrimi, bürokrasiyi eleştiriyordu.

Liselerde ve üniversitelerde şiddet hareketleri başladı, öğretmenler dövüldü; 1966'da çoğunluğu öğrencilerden, fanatik gençlerden oluşan milyonlarca Kızıl Muhafız'ın seferber edilmesiyle terör doruk noktasına ulaştı. Bu döneme hakim olan Kaostu. Komünizmin Kara Kitabı adlı eserde bu dönem şöyle tasvir ediliyordu: "Hepsi ölüme mahkum edilen devrim karşıtları, bütün halkın davet edildiği açık duruşmalarda, Kızıl muhafızlar tarafından parçalanıyorlardı. Halk ise bu esnada "öldür öldür!" diye bağırıyordu. Kızıl Muhafızlar bazen parçaları kızartıp yiyor ya da hala canlı olan mahkumun gözleri önünde ailesine yediriyordu; herkes "eski mülk sahibi"nin karaciğerinin ve kalbinin yendiği ziyafetlere ve konuşmacının yeni kesilmiş kafalardan yapılmış bir kazık dizisi önünde konuştuğu toplantılara davetliydi."

Çin'de yamyamlığa varacak kadar şiddetlenen nefret ve vahşet hakimdi. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 617)" Kızıl Muhafızlar, şehirleri denetim altına aldılar ve geçmişin simgesi dedikleri her şeyi yakıp yıktılar. Kendi içlerinde de bölünmüş haldeki Kızıl Muhafızlar, ordu tarafından düzene uymaya çağrıldı. Bu düzenleme bizzat Mao tarafından yönetildi. Mao'nun en çok eleştirilen yönü de bu oldu.

Kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından Mao'nun uyguladığı Kültür Devrimi, rejimin uğradığı tüm başarısızlıkların nedeni olarak gösterildi. Aynı şekilde, İleriye Doğru Büyük Sıçrama'dan başlayarak, Mao'nun tüm hataları, ihtiyarlayan otokrat üzerinde büyük etkisi olan eşi Jiang Quing**'in yönettiği Dörtlü Çete'ye mal edildi. Kültür Devrimi'nin hem örgütlenmesine hem bastırılmasına katılmış olan bu önde gelen Maocular, 9 Eylül 1976'da Mao'nun ölmesinden sonra iktidarlarını sürdüremediler.

Mussolini

Benito Mussolini (1883 - 1945)

Tarihteki İtalyan liderleri arasında en çok tanınanlardan biri olan benito Mussolini, insanlık tarihinde, şöhretinin yaygınlığı ile aynı ölçüde olumlu izler bırakmamıştır.

Bununla birlikte Il Duce?nin, fazla uzun sayılmayacak yaşamı boyunca tutkulu bir aşk ile bağlı olduğu Büyük Roma?yı tekrardan canlandırabilmek için verdiği mücadeleyi son nefesine kadar sürdürdüğü de bir gerçektir.

Son Romalı

Benito, 29 Temmuz 1883 yılında Romagna Forli yakınlarında Predappio kasabasında dünyaya geldi. Annesi, ilkokul öğretmeni, babası ise demirciydi. Babası gibi koyu bir sosyalist olan Mussolini, 1901 yılında henüz 18 yaşındayken Öğretmenlik yapmaya başladı. Bundan bir yıl sonra, ilerideki kariyeri ile karşıtlık oluşturacak şekilde zorunlu askerlik görevinden kurtulabilmek amacıyla İsviçre?ye kaçtı. Ne var ki şansı yaver gitmeyince, İtalya?ya iade edildi ve orduya katılmak zorunda kaldı. Başı bir türlü beladan kurtulmayan genç, 1908 yılında, yaşamında bir dönüm noktası teşkil edecek olan gazetecilik mesleğine atılarak Avusturya?da bir gazetede çalışmaya başladı. Bu süre içinde ?Kardinalin Metresi? adlı kitabı kaleme aldı.

Sosyalizmle İlk Flört

Daha sonra ülkesine dönen benito, Forli?de ?Sınıf Mücadelesi? adlı sosyalist bir gazetede çalışmaya başladı. Karl Marx?a olan ilgisi, ilk zamanlarda Nietzche?nin felsefesi, Balnqui?nin devrimci doktrinleri ve Sorel?in sendikacılık idealleri ile harmanlanmış bir sentez halindeydi. 1910 yılında, Forli?deki Sosyalist Parti?nin sekreteri oldu. benito Mussolini?nin bu dönemindeki ideal ve görüşleri, daha sonraki yaşamında demir bir yumrukla İtalyan halkına empoze edeceği rejim ile ciddi bir karşıtlık oluşturur. 1911 yılında İtalya Türkiye?ye savaş ilan ettiğinde, vatan- sever olmamakla övünen Mussolini, bu pasifist görüşleri yüzünden hapse atıldı. Hapisten çıktıktan sonra Milano?daki sosyalist gazete ?Avanti!? de savunduğu düşünceleri sayesinde İtalyan sosyalistleri arasında militan bir ün yaptı. Bu sıralarda, proletaryanın ?sıkı bir demet (fascio)? oluşturması gerektiğini savunuyordu ki bu süreç, birçokları tarafından faşizm rejiminin tohumlarının ilk atıldığı zaman olarak değerlendirilmektedir. 1914 yılında İtalya?nın Birinci Dünya Savaşı?na katılmasına diğer sosyalistler gibi o da karşı çıktı. Ona göre moral açıdan kabul edilebilecek tek savaş, sınıf savaşı idi ve İtalyan hükümetini savaşa katıldığı takdirde bir devrim başlatmakla tehdit etti. Ne var ki kısa bir süre sonra görüşlerini, Sosyalist Parti?yi ve gazetedeki editörlüğünü terk ederek, savaşa ilişkin tamamen farklı bir tavır takındı.

1915 yılında Britanya, Fransa ve Rusya, Londra Anlaşması ile İtalya?ya kayda değer ölçüde toprak vaat ettiler. Görünüş itibarıyla sosyalist olan Mussolini, kalben gerçek bir milliyetçiydi ve konumunu süratle terk ederek İtalya?nın savaşa katılmasını desteklemeye başladı. 0 sırada bu dönekliğine gösterdiği mazeret ise:

savaş sonrasında doğacak olan kaos ve kargaşa ortamının sınıf devrimini gerçekleştirmek için olağanüstü bir fırsat yaratacağı ve bu zamanda pasif kalmanın, daha sonra sosyalistlerin dışlanması sonucunu doğuracak olmasıydı. Aslında Mussolini, savaşın ortaya güçlü bir milliyetçilik akımı çıkaracağını tahmin ediyordu. Bu rüzgardan sonuna dek faydalanmak konusunda kararlıydı. Onun bu fırsatçı tavırları, sosyalist liderlerle olan ilişkisini büyük ölçüde sona erdirdi ve ?Avanti!?den kovulması ile sonuçlandı. Bunun üzerine Faşist hareketin ana yayın organı olacak olan ?İl Popolo d?Italia? (Italyan Halkı) adlı gazeteyi kurdu. Bu gazetenin sponsorlarının büyük sanayiciler ve İtalya?yı harbe sokmak için büyük çaba harcayan Fransızlar olduğunu öğrenen sosyalistler, Mussolini?yi Sosyalist Parti üyeliğinden de ihraç etti. İtalya Mayıs 1915?te savaşa girince Mussolini de Eylül ayında orduya katıldı. 1917 Şubatı?nda kullandığı bombanın patlaması sonucunda ağır şekilde yaralandı ve Haziran ayında terhis edildi. Silah altında geçirdiği bu süre, onun militarist ve milliyetçi yönünü iyice ortaya çıkararak sosyalizmle kalan son manevi ilişkisini de sona erdirmiş oldu.

Faşizmin Doğuşu

1918 yılında savaş sona erdiğinde Mussolini kendini politik açıdan oldukça karmaşık bir konumda hissediyordu. Ciddi bir sıkıntı ortamının hüküm sürdüğü İtalya?nın kendisi gibi karizmatik ve tutkulu bir lider için bulunmaz bir ortam olduğunu hissetmekle beraber, bu durumda nasıl bir mesaj ile ortaya çıkması gerektiği konusunda oluşmuş ciddi bir fikri, henüz yoktu. Etrafında, liberal İtalyan hükümetinden tiksinen işsiz ve yoksul binlerce insan vardı. Artık yavaş yavaş nasıl bir yol izleyeceği konusunda kararını vermeye başladı: Yeni, güçlü, dünyayı titreten bir İtalya; yeni ve daha güçlü bir Roma.

Çoğunlukla, terhis olmuş askerlerin desteğine sahip olan Mussolini, 1919 Martı?nda Fasci İtalliani di Combattimento (İtalyan Muharip Ligi) hareketini başlattı. Kendilerine ?Faşistler? diyen ve siyah gömlek giyen bu grup, silahlı gençlerden oluşmaktaydı ve hareketin düzenlediği miting ve yürüyüşleri korumakla görevliydi. Silahlı bir milis gücüne sahip olmanın avantajlarının farkında olan Mussolini, politik rakiplerine, özellikle sosyalistlere karşı, şiddet içeren eylemlere başlayarak İtalyan politik hayatında ciddi ağırlık kazanmaya başladı.

Silahlı çetelerinin ona sağladığı bu saldırganlık ile İtalyan hükümetine karşı şiddetli bir muhalefete başladı. Vittorio Orlando?yu, Versay Anlaşmasında İtalyan hedeflerini gözetmemekten, pasiflik ve korkaklıktan dolayı ağır şekilde eleştirmeye başladı. Tüm muhalif politik grupların nasibini aldığı bu saldırılar Mussolini?yi güçlendirmekte, diğer gruplan ise benzer taktikler kullanmaya zorlamaktaydı. 1919 seçimlerinde ağır bir yenilgiye uğrayan Mussolini, ancak 1921 senesinde Meclis?e girmeyi başardı. Sağladığı bu yeni güç ile sosyalistler üzerinde uyguladığı terör taktiklerini de gittikçe artırmaya başlamıştı. Bu durumdan pek de şikayetçi olmayan ve faşist hareketin ana sponsoru durumundaki sanayici elit, ülkede oluşan kargaşa ve anarşi ortamına aldırmaksızın Mussolini?yi desteklemeye devam etti. Mussolini ise sponsorlarının isteklerine uygun şekilde grev-kıncılığı eylemlerine başlayarak devrimci eğilimlerini tamamen terk etti. Bununla da yetinmeyen Mussolini?nin faşist çetesi, katolik ticaret sendikalarını da hedef almaya başladı. Uygulanan tamamen yasadışı bu saldınlar ve terör karşısında; hükümet, duyarsız, çoğu zaman ise çaresizdi.

1921 yılı boyunca Mussolini oldukça kurnaz ve acımasız bir politik oyun oynamaktaydı. Bir tarafta; parlamenter kanallarla siyasi hareketini Ulusal Faşist Partisi haline getirip, etkili bir nüfuza sahip ulusal ve sanayici elitin desteğini sağlamak amacıyla hareket eden daha radikal faşist eğilimleri bastırmaktaydı. Diğer yandan ise, hükümeti, faşist harekete karşı baskı uygulamaya kalkması halinde alaşağı etmekle açıkça tehdit etmekteydi. Liberal hükümet ise olağanüstü bir iktidarsızlık örneği sergileyerek rejime karşı açık tehdit oluşturan bu harekete karşı eylemde bulunmak bir yana, Mussolini?nin desteğini kazanmaya çalışmaktaydı. Zaten Mussolini?nin meclise girmeyi başarması da bu sayede olmuştu. Liberal hükümet, seçimlere hazırlık aşamasında Faşist Parti?yle seçim koalisyonu oluşturmuş, Mussolini de dahil 35 faşistin Meclis?e girmesini sağlamıştı. Liberal hükümet, oldukça iyimser bir beklentiyle, meşru politik zeminde, olacak bir Mussolini?nin militarist ve terörist metotları terk edeceğini, bu arada kendilerine ciddi rahatsızlık veren sosyalist unsurları da baskı altına alacağını, böylece bir taşla iki kuş vurabileceğini düşünüyordu. Sonunda, Mussolini?nin politik ihtirası, beklediği fırsatı 1922 yılının Ekimi?nde yakaladı. Kral Victor Emannuel III sürekli düşen hükümetler, giderek artan anarşi ve kaos ortamı yüzünden; bu durumu düzeltmekte tamamen yetersiz kalan Giovanni Giolitti, Ivanoe Bonomi ve Luigi Facta liderliğindeki liberal hükümetin de düşmesinin ardından Mussolini?yi, ?Başbakan? sıfatıyla hükümeti kurmakla görevlendirdi. Kralın bu görevlendirmeyi yapmasının arkasında yatan asıl etken, Mussolini?nin on binlerce kara gömlekli çetecisinin Roma?yı işgal etme tehdidiydi. Kral, önce olağanüstü hal ilan edip, Roma?ya doğru yürüyüşe geçmiş bulunan bu çetecilerin üzerine orduyu göndermeyi düşünmüştü. Ancak, etkili sanayici lobisi, bürokratlar ve ordu komutanları, Mussolini?nin mevcut siyasi ve sosyal kaos ortamına ve anarşiye son verebilecek tek kişi olduğu konusunda Kral?a baskı uygulayıp, bir şans tanıması konusunda onu ikna etmişlerdi. Böylece Mussolini?nin, ulusal oyların yüzde on beşinden azını almış olmasına rağmen İtalya Başbakanı ünvanını almasıyla hem İtalya, hem de kendisi için sonu felaketle bitecek bir trajedyanın ilk perdesi oynanmaya başladı.

Mussolini, Başbakanlığının ilk zamanlarında parlamentodaki liberallerden de destek görmekteydi.

Nitekim bu destekle şiddetli bir sansür uygulamaya başladı. Seçim sistemini değiştirerek, meydanlardaki yıllarında diktatörlük yetkilerini almasının ve diğer tüm politik partileri lağvetmesinin yolunu açtı. Basın üstündeki olağanüstü kontrolünü kullanarak kendi adı etrafında bir mit yaratmaya çalışıyordu: ?Duce: Her zaman en doğrusunu yapan, her sorunu çözebilecek tek adam...? Bunun ne denli sahte bir imaj olduğunu İtalyan halkı ancak yıllar sonra, çok ağır bedeller ödeyerek, anlayacaktı.

İtalya kısa zamanda bir polis devleti haline getirildi. Sosyalist Giacomo Matteotti gibi Duce?ye muhalefet etmeye çalışanların sonu ya suikasta kurban gitmek ya da benzeri şekilde dışlanmaktı. İşin ilginç yanı ise, Mussolini?nin muhteşem performansı ve etkili söylevleri sayesinde İtalyan halkı ona karşı büyük bir hayranlıkla yaklaşıyordu. Muhalif hareket ise, taban bulamadığı bu ortamda zaten herhangi bir varlık göstermiyordu. Mussolini, 1922 yılı boyunca birçok bakanlığın görevini bizzat üstlendi. Öyle ki, bazı zamanlarda Başbakanlıkla beraber, İçişleri, Dışişleri, Koloniler, Savunma Bakanlığı da dahil 7 bakanlığın görev ve sorumluluklarını kendi üstüne alarak bir süre sonra elde edeceği diktatörlük yetkisinin bir anlamda provasını yapıyordu. Aynı zamanda, mutlak güce sahip Faşist Parti?nin ve silahlı faşist çetelerinin liderliğini de yapmakla İtalya?da tam anlamıyla tek güç haline gelmiş, herhangi muhalif bir hareketin oluşmasına zemin vermemişti. Tamamen merkezci bir sisteme dönen İtalya?da kaçınılmaz olarak yolsuzluk ve verimsizlik en üst seviyeye tırmanmaya başladı.

Zamanının çoğunu, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında, propaganda yaparak geçiriyordu. Oldukça karizmatik ve güçlü imaja sahip olmanın yanı sıra, yıllarca gazetecilik yapmış olmanın verdiği tecrübe, kitleler üzerindeki etkisini olağanüstü kılmaktaydı. Tüm basın, radyo, eğitim sistemi, filmler dikkatle faşizm propagandası yapacak şekilde tekrardan yapılandırıldı ve İtalya, faşizmin 20. yüzyılın en doğru rejimi olduğu, liberalizm ve demokrasinin yerini alacağı konusunda şiddetli ve etkili bir propaganda bombardımanına tutuldu. Öncülüğünü ettiği rejimin prensiplerini 1932?de Enciclopedia Italiana?da da yayınlanacak olan makalesinde ortaya koydu.

Faşizm

Faşizm, Nazizmin bir ölçüde daha ılımlı kardeş rejimidir denebilir. Asla sosyalist değillerdi ve sanayinin devletleştirilmesine ve kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmasına da kesinlikle karşıydılar. Bununla birlikte, Hitler?in ?lebensraum? diye adlandırılan ?yaşam alanı? doktrinini ise pek önemsemiyorlardı. Yahudi düşmanlığı daha zayıftı ve katliamlar, kitle imhası yerine bireysel düzlemde gerçekleştiriliyordu.

Bununla birlikte, faşistler ve Naziler, farkındaydı ve birçok açıdan karşılıklı olarak hayranlık duyuyorlardı. Hitler?in, II Duce hakkında ?Alplerin güneyindeki büyük şahsiyete karşı duyduğu içten hayranlığı? çeşitli zamanlarda ve yerlerde telaffuz etmesi bir tesadüf değildi. Yine Hitler ve Mussolini?nin İkinci Dünya Savaşında müttefik olmaları, İspanyol İç Savaşı sırasında Franco?nun demokrasi ve cumhuriyet düşmanı asi güçlerine yardım amacıyla asker ve teçhizat göndermeleri de bir tesadüf değildi.

Faşizm kelimesinin kökünü oluşturan ?fasces? kelimesi, Roma İmparatorluğu?nda güç ve düzenin sembolüydü. Fasces, birbirine bağlı çubuklara denirdi ve Romalı politikacıların muhafızları ve hizmetkarları tarafından taşınırdı. Bir tek çubuğun zayıf olduğu, birbirine sıkıca bağlı çubukların ise kırılmaz bir bütün oluşturması anlamında algılanıyordu. Zaten Roma?da gücünü birlikten ve bir ölçüde vatandaş haklarına saygı duymasından almaktaydı.

20. yüzyıl doktrini olarak faşizm, tamamen Mussolini?nin uydurduğu bir rejimdi. Önceleri sıkı bir sosyalist olan Mussolini, Birinci Dünya Savaşı sonunda sosyalizme karşı mücadele Konusunda büyük ölçüde ikna olmuştu: Sosyalizm, milliyetçiliğin ortaya koyduğu sağcı ve ırkçı dinamiklere rağbet etmiyor, bilakis bunu reddediyor, milletler arasındaki mücadeleyi tanımıyor, bunun ötesinde kapitalizm sonrası ekonominin nasıl işleyeceği konusunda net ve gerçekçi bir model ortaya koyamıyordu. Bunun sonucunda Mussolini, sosyalizmi terk etti. Hem milliyetçiliğin, hem de sosyalizmin çekici unsurlarını birleştirdiğini iddia ettiği ve adına faşizm dediği doktrini ortaya koydu.

Birçokları faşizmin bir rejim olarak asla var olmadığını, Mussolini?nin despotluğuna fikri bir makyaj vazifesi görmekten öte bir varlığının olmadığını öne sürer. Gerçekten de faşizm asla organize bir yapı ortaya koymamıştı ve öne sürdüğü fikirler birçok noktada kendiyle çelişmekteydi.

Bununla beraber, faşizmin kendine özgü bazı net savları vardı ki bu sebeple faşizmi ?bir ideoloji değildir? diye değerlendirmek bazen doğru olmayabilir. İtalya?da faşist rejimin göze çarpan karakteristiklerinden bazıları şöyle sıralanabilir:

?Liderlere Kesin İnanç: İyi politika asla aşağıdakilerin düşüncelerinin yönetime yansımasıyla değil; yönetimdeki mahir liderlerin çözümleri ortaya koyarak aşağıdakilere empoze etmesiyle oluşur.

?Güçlü ve Birlik İçerisindeki bir

Millet: Bireyler, milli amaca hizmet aşkıyla, canlarını vermek de dahil, her türlü fedakarlıkta bulunmalıdırlar. Savaş ve yayılmacılık, bireylerin kahraman karakterlerini ortaya koyabilecekleri uygun ortamlar ve yöntemlerdir.

?Koordinasyon ve Propaganda:

Reklam, törenler, iktidar partisinde sosyal disiplin, lidere sadakat konusunda bir sembol ve belirleyici güç olması şarttır.

?Bazı geleneksel hiyerarşilere saygı: Örneğin ordu, aile ve kimi zaman da kilise.

?Sosyalist ve Liberallere karşı duyulan nefret: Sosyalistler, milli görüş karşıtı ve Sovyet uşağı hainler olarak; liberaller ise sosyalistlere karşı pasif kalan, bireysel değerlere önem veren, milli görüşü önemsemeyen, ulusu ve devleti zayıflatan yumuşaklar olarak algılanmalıdır.

?Yahudi Düşmanlığı: Şehirlerde yaşayan ve para kazanmaktan başka hiçbir kaygı taşımayan asalaklar, hırsız ve bozguncular olarak görülmeliler. Paralarını çalışarak değil mali manipülasyonlar yoluyla kazanırlar.

Aslında faşizmin popülerlik kazanmasında kapitalizmin aksadığı yönler de pay sahibidir ki zaten faşizm, kendisini kapitalizmin bu aksaklıklarının giderileceği rejim olarak pazarlamıştır. Kapitalizm hızlı bir ekonomik kalkınma sağlamıyor ve işsizliğe çare getirmiyordu. Yine kapitalist ortamda zengin daha zenginleşiyor, yoksullarsa daha da yoksullaşıyordu. Son olarak, pazar ekonomisi insan ilişkilerini aşağılamaktaydı. ?İşimi gör, paranı al? düzeyinde gerçekleşen sosyal ilişkiler insanları birbirinden uzaklaştırıyor, ulusal birliği zedeliyordu. Faşistler, bireysel çıkarların asla ulusal çoğulcu çıkarların önüne geçemeyeceğini savunuyor, bu sebeple de ekonominin sendikacı ve şirketçi çizgiyi ortaklaşa barındırması gerektiğini düşünüyordu: Devlet, sendikalarla işverenler arasında arabuluculuk yapacak, yeri geldiğinde de işveren ve sendikaların doğru davranması için kafa kırmayı da bilecekti. İstihdam seviyesini ve ücretleri, pazar şartları değil, devlet belirlemeliydi. İki dünya savaşı arasındaki dönemde faşizmin bu tezleri birçok insan için oldukça çekiciydi gerçekten de. Demokrasiler ciddi bunalımlar neticesinde gerilemiş, Büyük Depresyonun etkileri tüm Avrupa?da çok yıkıcı olmuştu. Milyonlarca insanın işsiz kalıp yoksullaşmasıyla taban bulan komünizm, Avrupa?da hızla taraftar toplamaktaydı. Liberal kapitalist hükümetler ise ne bu tehdit karşısında ne de ekonomik sorunlara çözüm getirmekte olumlu bir rol oynayabildi.

Bu bağlamda faşizm, insanlara iş, aş ve milli birlik önermekte, sosyalist tehdide karşı da iddialı saylarıyla güven vermekteydi. Zaten, o dönemde insanlar için, eğer sosyalist değilse, faşizmden başka bir alternatif bulunmamaktaydı. Demokrasiler, ekonomik ve sosyal alanlardaki başarısızlıkları sebebiyle kitle desteğini yitirmişti ve belki İngiltere hariç, tüm Avrupa halklarında ciddi bir komünist- faşist kutuplaşması yaşanmaktaydı.

Düşüşe Doğru Yükseliş

Politik hırslarını ve güçlü yeni Roma idealini faşizmin sağladığı fikri vitrinle süsleyen Mussolini hızla işe girişti. Ulusal parayı sabitleştirdi, demiryolları gibi devlet hizmetlerini iyileştirdi, sosyal güvenlik alanında çeşitli kanunlar çıkararak iyileşmeler sağladı ve İtalya?nın dışa bağımlığını minimize etmek iddiasıyla kendi kendine yeter bir ekonomi oluşturma yönünde kampanyalar başlattı. Toplu iş görüşmelerinde hakemlik yapmak üzere işverenleri ve işçileri temsil eden devlet kurumları oluşturdu. Bu tavır ulusal kaygılar taşıyor gibi görünse de, ağırlıklı olarak Mussolini?nin finansörleri olan sanayici eliti kayırıyordu. Her şeye rağmen o dönemde İtalya uluslararası arenada söz sahibi bir oyuncu haline geldi. Mussolini?nin etkili propaganda makinesi, bu başarı ve iyileşmelerin ancak, sınıf çatışmalarının ve liberal demokratik rejimin meydana getirdiği hastalıklı ve bencil hizipçiliğin ortadan kaldırılması ve bunun doğal sonucu olarak Mussolini liderliğindeki İtalyan halkının ulusal birliğinin yeniden tesis edilebilmesi ile sağlandığı iddiasıyla beyin yıkamaya devam ediyordu.

Bu iddiayı bir ölçüde gerçek sayanlar vardı. Toprak sahiplerinin, sanayicilerin ve orta sınıf insanların birçoğu Mussolini?yi İtalya?nın kurtarıcısı olarak görüyordu. Çünkü o, sosyal düzeni tekrar tesis etmişti ve iş çevrelerini kollayan bir politika yürütüyordu. Ne var ki, İtalyan işçi sınıfının büyük bir kısmı faşist yönetimle hayat şartlarının daha da kötüleştiğini, iktidarın büyük ölçüde sanayicileri kayırdığını görüyor ve rejime destek vermiyordu. Katolikler için de durum pek farklı değildi. Mussolini birçok dini kurumu kapatmış, papazların politik, ekonomik ve sosyal gücünü neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştı.

Hala kırsal bir ülke olan İtalya?da kalabalık bir nüfusa sahip köylüler ise bölünmüş durumdaydı: Toprak sahipleri Mussolini?yi desteklerken, arazisi olmayanlar özellikle 1923?te toprak reformunu askıya almasından sonra Mussolini?ye karşı ya ilgisiz kalıyordu ya da düşmanca tavır takınıyordu.

Dış politikada ise Mussolini kalya?nın anti-emperyalist ve pasifist politikasını bir kenara iterek tamamen emperyalist ve saldırgan bir politika izlemeye başladı. Bunun ilk örneği olarak 1923?te Korfu?yu bombaladı. Bundan kısa bir süre sonra ise Arnavutluk?ta kukla bir hükümet kurup Libya?yı işgal etti. Akdeniz?i ?mare nostrum (bizim denizimiz)? haline getirmek istiyordu.

1935?te Stresa Konferansında Avusturya?nın bağımsızlığını savunmak için Hitler-karşıtı bir cephe oluşmasına destek verdi. Ne var ki, 1935/1936 yıllarında Habeşistan?a karşı kazandığı zaferin Milletler Ligi tarafindan kınanması sebebiyle, Lig?den 1933 yılında çekilmiş olan Nazi Almanyası ile ittifak yapmak durumunda kaldı. 1936/1939 İspanyol Iç Savaşında Franco?ya verdiği açık destek sebebiyle Mussolini ile İngiltere ve Fransa arasındaki son köprüler de atılmış oldu. Bunun sonucu olarak Almanya?nın 1938?de Avusturya?yı, 1939?da Çekoslovakya?yı ilhak etmesini kabul etmek zorunda kaldı. 1938 Eylülü?nde toplanan Münih Konferansı?nda, gerçek bir Romalı aktör gibi Avrupa barışının en büyük savunucusunu oynuyordu, ancak Mayıs 1939?da Hitler?le imzaladığı Çelik Pakt ile gerçekte hangi tarafta olduğu netleşmiş oldu. ?Eksen?in küçük ortağı olarak Nazilerin Yahudi-karşıtı ve ırkçı politikalarını benimsedi; İtalya?da benzer uygulamaları hayata geçirerek bu insanlık suçuna ortak oldu.

Sonun Başlangıcı: 2. Dünya Savaşı

Avrupa semalarında savaş bulutları gittikçe yoğunlaşırken, Mussolini, Malta, Korsika ve Tunus?u ilhak etme niyetini dünyaya duyurdu. 1939 Nisanı?nda kısa bir harp- ten sonra Arnavutluğu işgal etti. Oynamakta olduğu ?Sezar? rolü, her ne kadar orijinalinden çok daha küçük ölçekte olsa da, Mussolini?ye derin bir tatmin duygusu vermekte, mevcut politik ihtiraslarını önü alınamaz hale getirmekteydi. Ne var ki, Büyük Sezar?ın aksine, 15 yıldır kullanmak- ta olduğu kendi militarist söylem ve karakterine rağmen, Mussolini?nin silahlı kuvvetleri, çağın oldukça gerisindeydi. 1939 Eylülü?nde Hitler Polonya?yı işgal ettiğinde, İtalyan silahlı kuvvetleri gerçekten buna hiç de hazır değildi. Bunun bilincinde olarak savaşın kesin gidişatı ortaya çıkana dek savaşa katılmadı. Ancak 1940?da Fransa bir ayda teslim olunca, savaşın birkaç hafta sonra sona ereceğini umarak, Hitler?in yanında savaşa katıldı.

Ekim ayında Yunanistan?a yaptığı gereksiz saldın, İtalyan askeri gücünün ne derecede zavallı durumda olduğunu gözler önüne sürdü. Pek de gelişmemiş bir ülke olan Yunanistan?ın vatanını savunmakta kararlı halkı, İtalyanları büyük bir bozguna uğrattı. Mussolini?nin kınlan gururunu ve ortalıkta duran berbat durumu toplamak da ?Sovyetler?e saldırı hazırlığında olan Almanya?nın operasyonu 21 gün geciktirmesi pahasına? Hitler?e düşmüştü. Hemen ardından Hitler ile birlikte Haziran 1941?de Sovyetler?e, Aralıkta da ABD?ye savaş ilan etmek zorunda kaldı.

İtalya, Alman desteğine rağmen 1943?te Kuzey Afrika?dan tamamen atıldı. Mussolini, Sicilya?yı savunmada da başarılı olamayınca Faşist Parti tarafından da dışlandı ve bundan cesaret alan Kral, Mussolini?yi görevden alıp tutuklattırdı. Olağanüstü bir operasyonla Alman komandoları tarafından kurtarılan benito Kuzey İtalya?ya geçerek Faşist Cumhuriyeti ilan etti. Tekrar eski sosyalist ideallerine geri dönerek faşist liderlerinden bazılarını ?aralarında kendi damadı Galeazzo Ciano da vardı? idam ettirdi. Artık sonun yaklaştığını görmüştü ve giderek daha da dengesizleşmeye başladı. Suçu tamamen, onun ne büyük bir lider olduğunu anlayamayan, onun yeni Roma ideallerini paylaşmayan, İtalya?nın potansiyelini kavrayamamış hainler diye nitelediği İtalyan halkında görüyordu.

1945 Nisanı?nda Partizanlarca, metresi Ciara Petacci ile birlikte ele geçirilip idam edildiler. Mussolini?nin cesedi, metresinin ve yoldaşlarının cesetleri ile birlikte baş aşağı asılarak sergilendi.

Yılmaz Güney

Yılmaz Güney (1937 - 1984)

Sinema yönetmeni, oyuncu, senarist ve yazar. Türk sinemasında filmleriyle bir dönüm noktası olmuş, genç kuşak yönetmenlerine öncülük etmiş, uluslararası düzeyde ün kazanmıştır. Yaşamı dalgalanmalarla geçmiş, siyasi kişiliği nedeniyle pek çok kez koğuşturmaya uğramış ve yıllarca hapis yatmıştır.

1 Nisan 1937?de Adana?nın Yenice köyünde doğdu, 9 Eylül 1984?te Paris?te öldü. Asıl adı Yılmaz Pütün?dür. Bir işçi ailesinin yedi çocuğundan biriydi. İlk ve ortaöğrenimini Adana?da tamamladı. Öğrenimi sırasında pamuk işçiliğinden gazozculuk ve simitçiliğe kadar çeşitli işler yaptı; And Film ve Kemal Film şirketlerinin bölge temsilciliklerinde memur olarak çalıştı; edebiyatla ilgilenmeye ve öyküler yazmaya başladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi?nde sürdürdüğü yükseköğrenimi sırasında yönetmen Atıf Yılmaz ile tanış- tl, onun yardımı ve desteğiyle sinema çalışmalarına başladı.

Atıf Yılmaz?ın 1959 tarihli ?Bu Vatanın Çocukları? ve ?Alageyik? filmlerine senaryo yazarı ve oyuncu olarak katkıda bulundu. Aynı yıl, gene onun ?Karacaoğlan?ın Kara- sevdası? adlı filminin senaryosuna katılmanın yanı sıra, yönetmen yardımcılığını da üstlendi. Bu arada öyküleri de ?On Üç? ve ?Yeni Ufuklar? gibi edebiyat dergilerinde yayımlanıyordu. 1956?da çıkan bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı ve bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm oldu (1961). 1963?te yeniden sinema çalışmalarına döndü. Küçük şirketlerin, sıradan serüven filmlerinde rol aldı, zaman zaman bu filmlerin senaryo yazımından çekimine kadar tüm aşamalarında çalıştı. Kabadayılığın, kavganın ağırlıkta olduğu bu filmlerde canlandırdığı ezilen, itilen, ama yazgısını kabul etmeyen, baskıya ve kötülüğe karşı tek başına direnen, mücadele eden dürüst ?Anadolu çocuğu? tiplemeleriyle büyük ün kazandı. Özellikle, bu tiplerle kolayca özdeşleşen geniş Anadolu izleyicisince çok tutuldu ve aranan bir oyuncu olarak kendisini kabul ettirdi. Filmlerinden birinin de adı olan ?Çirkin Kral? adıyla anılmaya başlandığı bu dönemde, öyküsü kendisine ait olan, Lütfü Akad?ın ?Hudutların Kanunu? filmindeki sade, abartısız oyunuyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipini yerine oturtuyordu. Umulmadık biçimde gelişen ?Çirkin Kral? efsanesi, olumlu tiplerin ?güzel? ve ?yakışıklı? oyunculara, olumsuz, kötü tiplerin de ?çirkin? olana oynatıldığı Yeşilçam sistemini sarsıyor, Yılmaz Güney ile birlikte inandırıcı bir tiplemenin yanı sıra, doğal oyunculuk tarzı da gelişiyordu. 1967?de yönetmenliğe başlayan Yılmaz Güney, bazı önemsiz filmlerin ardından, 1968?de ilk önemli yapıtı olan ?Seyyit Han?ı çekti. Doğu?da geçen bir aşk öyküsü çevresinde gelişen film, özellikle anlatımı açısından çok başarılı bulundu. Ertesi yıl, gene Doğu?da gerçekleştirdiği ?Aç Kurtlar?da ise karı olağanüstü bir biçimde kullandı. ?Bir Çirkin Adam?ın ardından 1970?te, o zamana değin yapılmış en iyi Türk filmi sayılan ?Umut? geldi.

?Umut?, eski faytonu, zayıf atıyla kalabalık ailesini geçindirmeye çalışan, borçların, ağır yaşam koşullarının zorlamasıyla giderek çıkmaza giren, bir trafik kazasında atını kaybettikten sonra önce fay- tonunun, başarısız bir soygun denemesinin ardında da satacak daha neyi varsa satan, sonra da define aramaya çıkan Cabbar?ın öyküsüydü. Otobiyografik izler taşıyan yapıt, öyküsünün sağlamlığı, anlatımının yalınlığı, Türk sinemasında o güne değin ulaşılamamış ölçüde gerçekçi yaklaşımıyla yeni bir dönemin başlangıcını vurguluyordu. Aynı yılın Adana Altın Koza Film Şenliği?nde en iyi film seçilen Umut, sansürce yasaklandıktan sonra Danıştay kararıyla gösterime girdi, yurtdışında da büyük başarı kazandı.

Yılmaz Güney?in 1971 tarihli yedi filminden üçü, ?Ağıt?, ?Acı? ve ?Umutsuzlar?, aynı yılın Adana altın Koza Film Şenliği?nde ilk üç dereceyi paylaştı. Yılmaz Güney, Mart 1972?de, siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklandı. ?Baba? adlı filmi o yılın Adana Altın Koza Film Şenliği?nde en iyi film seçildiyse de, jüri sonradan kararını değiştirmek gereğini duydu. Bekir Yıldız?ın bir öyküsüne dayanan ?Baba?, Almanya?ya işçi olarak gitme isteği geri çevrilen bir adamın peş peşe yaşadığı çarpıcı olayları ve ailesinin dağılmasını konu alıyordu. Yarıda kalan ?Zavallılar?, 1975?te Atıf Yılmaz tarafından tamamlandı. Bu arada Yılmaz Güney, 1966?da yayımlanan ?Boynu Bükükler? adlı romanını geliştirerek Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımladı ve bu yapıtıyla 1972 Orhan Kemal Roman Ödülü?nü kazandı. Aynı yıl ?Milliyet? gazetesinin yaptığı soruşturmada yılın sanatçısı seçildi.

İki yılı aşan bir tutukluluk döne ardından, 1974?te, başyapıtlarından biri olan ?Arkadaş?ı çekti. Yolları ayrılmış iki üniversite arkadaşının yıllar sonra birbirlerini bulmaları, aynı toplumsal kökenden gelmelerine karşın ne derece uzak düştüklerini fark etmeleri ve giderek ilişkilerini kopma noktasına varmasıyla gelişen film, farklı sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden kesitler veren, sağlam, zengin bir yapıttı. Aynı yıl Adana?da ?Endişe? filmini çekerken, karıştığı bir olay sırasında, bir yargıcı vurarak öldürmesi üzerine Yılmaz Güney, on dokuz yıl hapis cezasına mahkum oldu. Cezaevindeyken sinemayla olan ilişkisini, ince ayrıntılarına kadar yazıp oluşturduğu senaryolarla sürdürdü. Bunlardan Zeki Ökten?in yönettiği ve Türk sinemasının en yetkin ürünlerinden biri olan ?Sürü?, yurt içinde ve dışında çok sayıda ödül kazandı. ?Düşman? yine Ökten tarafından, ?Yol? ise Gören tarafından çekildi.

1981?de Isparta Cezaevi?nden kaçan Yılmaz Güney, gizlice yurtdışına çıktı. Kurgusunu yeniden ger çekleştirdiği ?Yol?, 1982 Cannes Film Şefliği Büyük Ödülü?nü Costa Gavras?ın ?Missing? (Kayıp) adlı filmiyle paylaştı. Yılmaz Güney yurda dönme çağrısına uymayınca 1983?te Türk yurttaşlığından çıkartıldı. Aynı yıl Fransa?da Le mur (?Duvar?) adlı filmi çekti; eleştirmenlerce katı ve kötümser olarak değerlendirildi. Ertesi yıl kanserden öldü.

Yılmaz Güney, senaryodan kurgu- ya kadar sinema sanatının her aşamasında başarılı uygulamaları olan, yetkin bir sinema ustasıdır. Getirdikleri yorum açısından her zaman aynı düzeyde olmayan yapıtları, gerçekçilik, şiirsellik ve zengin görsellikleriyle dikkati çeker. Lütfi Akad ile birlikte sinemaya özgü bir dile kavuşan Türk sineması, onun çizgisini sürdüren ve geliştiren Yılmaz Güney?in yapıtlarıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Güçlü bir gözlemciliğe ve ayrıntı zenginliğine dayanan, anlatım olanaklarının dengeli kullanıldığı, toplumsal konuları gerçekçi bir yaklaşımla işleyen Yılmaz Güney sineması, ?sinemacılar kuşağı? olarak bilinen yönetmenlerle genç kuşak yönetmenleri arasında bir köprü işlevi görmüştür. Yılmaz Güney ile başlayan ve Yeni Sinema Dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Türk sineması dünyaya açılmış, onu izleyen genç yönetmenler yurtdışında oldukça önemli başarılar kazanmışlardır.

Yapıtlarıyla ulusal ve uluslararası düzeyde birçok ödül kazanan Yılmaz Güney, filmlerinin yanı sıra, romanları ve öyküleriyle de geniş bir izleyici kitlesine ulaşmıştır.

Oyuncu Yılmaz Güney

Atıf Yılmaz?ın 1958?lerde yönettiği ?Alageyik?, Güney?in oyuncu olarak ikinci filmidir. Eleştirmenlerce beğenilmiştir. ?Atıf Yılmaz?ın Alageyik?te başrolü verdiği genç oyuncu Yılmaz Güney, davranışlarıyla yarınından umut vermektedir.? (Ali Gevgilili)

Bu altı çizilen satırlar bilinmeyen bir Yılmaz Güney için bir ?ilk işaret?ti. Bu minicik ve alçakgönüllü yorum, 1963 yılında bir gerçeği ortaya koyacaktı. Altı aylık bir ?Konya sürgünü? dönüşünden sonra oynadığı ?İkisi de Cesurdu? iddiasız bir filmdi. Ama Yılmaz Güney?in oyunu, özellikle de yaralı olarak finaldeki yürüyüşü akıllardan kolay çıkmayacak kadar çarpıcıydı. Yılmaz Güney, Ferit Ceylan?ın bu filminde ?kabadayı mitosu?nun temellerini atarken daha sonraki filmlerinin de ?ana malzemesi?ni oluşturacaktı.

Bir yıl sonra oynadığı ?Eşkıya Koçero? ise, Anadolu?da büyük iş yapan filmlerinden biri oldu. Aynı yıl yaptığı ?On Korkusuz Adam?da konuşmaz. Suskun bir adamdır. Tamer Yiğit, Adnan Şenses, Işın Kaan, Tunç Oral ve Özkan Yılmaz gibi ?yakışıklı adam?ların gerisinde dolaşır. Filmde tek bir diyalogu olmayan, ama kaşları üzerine yatırdığı siyah şapkasıyla, ikide bir dudaklarına götürdüğü konyak şişesiyle ilgiyi çekip öne çıkan da odur, alkışlanan da. Sakallıdır, çirkindir ama davranışlarıyla sıcak ve sevecendir.

1965?lerde daha sıcak ve duyarlı bir Yılmaz Güney izleriz Duygu Sağıroğlu?nun ?Ben Öldükçe Yaşarım?ında. Ama ?Hudutların Kanunu?nda asıl ?büyük oyun?unu sergiler. Lütfi Akad?ın filminde Hıdır, ne Hıdır?dır... Türk Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan ?Hudutların Kanunu?nda Güney unutulmaz boyutlardadır.

Lütfi Ö. Akad?ın ?Kurbanlık Katil?indeki ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, yerlerden izmarit toplayan şarapçı Mustafa tipiyle büyük beğeni toplar.

Güney?in kendine özgü bu oyunculuk çizgisi, ?Kızılırmak-Karakoyun?la, ?Baba?yla birlikte gelişip ustalığa erişir.

Yönetmen Yılmaz Güney

?At Avrat Silah?, ?Benim Adım Kerim? ve ?Pire Nuri?, Yılmaz Güney?in yönetmenliğe soyunduğu, yönetmen olarak ilk filmleridir. Bu arada bazı filmlerine imza atmaz, bazılarına da yapımcıların baskılarıyla kendi ismini koymak zorunda kalır. ?Seyyit Han?, bu aşamadaki ilk önemli filmidir genç sinemacının. ?Seyyit Han?ın destansı anlatımı, sinematografik özellikleri başka yönetmenleri de etkilemiştir Kemal Tahir?in bu konudaki sözleri ilginç ve yüreklidir:

?Seyyit Han?, dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygundur. Sözgelimi aralıksız kurşun yediği halde kahramanın hâlâ sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı en iyi belirleyen sahnedir. Yılmaz Güney, gerçekten halktan yetişmiş, halkın bir şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır. Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim öğrenecek çok şeyim olduğuna inanıyorum.? Türk sinemasında gerçekçilik ve içerik açısından yeni bir dönem açan ?Umut?la Yılmaz Güney, sade ama ilginç gözlemlere dayanan duyarlı sinemasının ilk örneğini verecektir. Ne var ki, gerçek kişiliğini yakaladığı bu aşamada, faytoncu Cabbar?a Amerikalı zenci Çavuş?tan dayak yedirtmesi, hatta ?Seyyit Han?la Güney?i bir ?halk sanatçısı? olarak öven Kemal Tahir bile ?bir arabacının dramı olur mu!? diyerek yanılgıya düşecektir. Anadolu?nun bozkırlarında bir tragedya boyutlarına ulaşan kaçakçı Çobanoğlu?nun ?Ağıt?ı, bir ?destan sineması?dır. İçerik olarak bu aşamadaki filmlerine ters düşse de bir ?gansgster melodramı? olan Umutsuzlar?daki anlatım ise ?şiir sel?dir. Sanki her görüntü, yürüyen bir tablo, sanki Filiz Akın, tüm yakın planlarda bir ?ikona?dır. Ertem Eğilmez, filmin yapımcısı İrfan Ünal?la Umutsuzlar?ı izlerken ilk on dakikasında birden coşkuya kapılıp şöyle der, ?Umut?, nasıl Türk sinemasında yeni bir dönemin başlangıcıysa, ?Arkadaş? da Yeşilçam?ın geleneksel dram yapısını parçalayan, tuzla buz eden bir film olma özelliğini taşır. Ve ?Güney Sineması?nın yönetmen olarak, yazık ki ?son aşama?sıdır bu. Çünkü yurtdışına kaçtıktan sonra Fransa?da yaptığı ?Le Mur Duvar? yabancı eleştirmenlere göre ?karamsar? bir film olarak tanımlanacaktır?

Senarist Yılmaz Güney

Güney?in senaryo yazarlığı, oyunculuğuyla birlikte başlar. Örneğin 1958 yılında çekilen ?Bu Vatanın Çocukları?nda hem oynamış, hem asistanlık yapmış hem de filmin senaryosunu Atıf Yılmaz?la birlikte yazmıştır. Film beğenilmiştir.

Bu ortak ilk başarıdan sonra gene Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ?le birlikte, Yaşar Kemal?in bir çalışmasından uyarladıkları Alageyik?in senaryo çalışmalarına katılmış ve 1963 yılından başlayarak saptanması mümkün olmayan bir dolu senaryo yazmıştır. Genellikle kendi senaryolarını kendi çeken ve kendi oynayan Yılmaz Güney, 1963 ile 1967?ye kadar olan süreç içinde çirkin kral Mitsou?na uygun düşen konuları ele almıştır. Büyük bir hızla, çoğunun parasını alamadığı senaryolar üretmiş ve bu yeteneğini 1968 yılında ?Seyyit Han ?la ?Umut?la, ?Acı?yla, ?Ağıt?la, ?Baba?yla bilinçli bir çizgide geliştirerek ?Arkadaş?a kadar gelip dayamıştır. Ne var ki, en olgunları, en vurucuları ?içeride?yken altında yazdığı senaryolar kabul edilmiştir. (Endişe, Sürü, Düşman, İzin ve Yol)

Yılmaz Güney?in hapishanelerde yazdığı dekupajlı senaryolarıyla ?Sürü? ve ?Düşman?da Zeki Ökten, ?Endişe? ve ?Yol?da Şerif Gören sinema yaşamlarının tartışmasız en başarılı örneklerini ortaya koymuşlardır. Özellikle ?Sürü? ve ?Yol?, Türk sinemasının ulaşılması güç doruk noktalarından kabul edilmiştir.

Yılmaz Güney Sineması

Yılmaz Güney?in sinemasında genel olarak baktığımızda, özündeki zenginlik dikkatimizi çeker. Bu zenginlik, yalnızca gerçekçi yapıtlarında değil, içeriğinde popülist eğilimler taşıyan, ?palavra? ya da ?döküntü? diye nitelenen vurdulu-kırdılı ?çirkin kral dönemi?ndeki filmlerinde de vardır. Çünkü bu bütünüyle ?insan?a dönük bir sinemadır. Sıcaktır, duyarlıdır... Yaşayan bir sinemadır; Yılmaz Güney?in yaşamından parçalar, yansımalar vardır.

Yılmaz Güney?i ve sinemasını öncelikle neden çocuklar sevmiştir. Çünkü tüm sevecenlikleriyle çocuklar vardır filmlerinde. Örneğin ?İkisi de Cesurdu?, sürgündeki adamla kaldığı otelin karşısındaki evin penceresinde mandolin çalan kız çocuğunun öyküsünü sergiler. ?Sürgündeki adam? Yılmaz Güney?in ta kendisi, mandolin çalan kız ise ekili tarlalarda yitirilip yaşanmamış bir çocuk özleminin simgesidir.

?Umut?ta, ?Baba?da çocuklar arka planda görünür gibi olurlarsa da temel öğeleri oluşturur. ?Canlı Hedef?te unutulmuş, baba sevgisinden uzak yaşayan bir kız görürüz. Adı Elif?tir. Elif, Güney?in gerçek yaşamdaki kızının adıdır. Filmde kızına günah çıkaran baba da gerçek yaşamdaki Yılmaz Güney?dir.

?Arkadaş?ın birçok sahnelerinde, kıyıkentin kumsallarında cıvıldaşan burjuva çocuklarıyla kırsal kesimdeki çeşmenin sularında oynaşan köylü çocukları görülür. Güney, çocuklarla duygusal ilişkiler kurar. Onlarla iç-içe yaşar. ?At Hırsızı Banuş?da ağanın yanaşması papatyayı sever. Sevgilisi olan ağanın kızıyla birlikte öldüğü sahnede, yanaşmanın elinde gene bir papatya vardır. seyyit Han?da Seyyit, sevgilisinin cesedini gelinliğiyle toprağa gömer. Ve ?toprağın gelini? olan Keje?nin üzeri papatyalarla, nergislerle örtülür. Gene ?Yarın Son Gündür?ün finalinde, Mavi Çocuk?la Kara Çocuk kurşun yağmuruna tutulup yere devrilirlerken, iki kanlı gül de birlikte düşer. Acı?nın Çiçek Ali?si kan davasından kaçar. Üzerine basılmış kır çiçeklerinin boynu büküktür. Kan davası, Siverekli Yılmaz Güney?in yaşamından bir parçadır. Çünkü babası Hamit Pütün, Güney?in çocuk gözleri önünde kurşunlanmış, ama ölmemiştir. Umut?taki paytoncu Cabbar?ın öyküsü, gene babası Hamit Pütün?ün gerçek yaşamından bir kesittir. Filmlerindeki genel temayı oluşturan silahı da, doğduğu evin kerpiçten duvarında kan dayalı babasının elinde görmüştür.

Acı?nın bir sahnesinde, hapisten çıkan Çiçek Ali: ?Biz hayatımızda çok kelepçe gördük... Kollarımızda çok kelepçe paslandı. Yazımızı yazan kötü yazmış? derken Yılmaz Güney?in gerçek yaşamına göndermeler yapmaktadır. Güney?in gerçek yaşamındaki ?ikinci adres?i mahpus damları, hapishaneler olmuştur. Yaşamının bir bölümü 1961?lerden başlayarak Kayseri, İzmit, Toptaşı, İmralı, Isparta ve daha birçok cezaevinde geçti. Cezaevlerindeki günleri kuşkusuz Yılmaz Güney?in yaşamında başlı başına bir roman oluşturur. Yılmaz Güney, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der: ?... ben oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyorum. Zaten olamazdım ki! Ben zaten kendimi oynuyordum. Çünkü yaptığımız bütün filmlerde benden bir parça vardır. Bilmem nerede, herhangi bir haksızlığa karşı nasıl davranıyorsam filmde benzeri durumda da aynı tavrı gösteriyorum. Mesela filmde fakir babası bir adamım. Özel hayatımda da öyleyim. Cebimdeki bütün parayı dağıtıyordum, ona buna dağıtıyordum.? Yılmaz Güney?in seyircisiyle, halkıyla diyalog kurup özdeşleşme başarısı, böyle bir bilinçten kaynaklanır. Çünkü Güney?in önce her türlü acıya, saldırıya boyun eğip sabreden bir kişilik olarak görülür filmlerinde.

YAPITLARI

Oynadığı Filmler:

Tütün Zamanı, 1959;

Dolandırıcılar Şahı, 1961;

Kara Şahin, 1964;

Mor Defter, 1964;

On Korkusuz Adam, 1964;

Yaralı Kartal, 1965;

Üçünüzü de Mıhlarım, 1965;

Beyaz Atlı Adam, 1965;

Ben Öldükçe Yaşarım, 1965;

Sokakta Kan Vardı, 1965;

Çirkin Kral, 1966;

Hudutların Kanunu, 1966;

Ve Silahlara Veda, 1966;

Yiğit Yaralı Olur, 1966;

Balatlı Arif, 1967;

İnce Cumali, 1967;

Kızılırmak Karakoyun, 1967;

Kozanoğlu, 1967;

Kurbanlık Katil, 1967;

Azrail Benim, 1968;

Kurşunların Kanun, 1969;

Zeyno, 1970;

Namus ve Silah, 1971;

Sahtekr, 1972.

Senaryosunu Yazdığı ve Oynadığı Filmler:

Bu Vatanın Çocukları, 1959;

Alageyik, 1959;

Kamalı Zeybek, 1964;

Konyakçı, 1965;

Krallar Kralı, 1965;

At, Avrat, Silah, 1966;

Eşrefpaşalı, 1966;

Çirkin Kral Affetmez, 1967;

Belanın Yedi Türlüsü, 1969;

Piyade Osman, 1970;

Sevgili Muhafizım, 1970;

Şeytan Kayalıkları, 1970;

İbret, 1971.

Senaryosunu Yazdığı Filmler

Karacaoğlan?ın Karasevdası (Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal ve Halit Refiğ ile), 1959;

Endişe, 1974;

İzin, 1975;

Bir Gün Mutlaka, 1975;

Sürü, 1978;

Düşman, 1979;

Yol, 1982.

Senaryosunu Yazdığı, Yönettiği ve Oynadığı Filmler

Benim Adım Kerim, 1967;

Pire Nuri, 1968;

Seyyit Han, 1968;

Aç Kurtlar, 1969;

Bir Çirkin Adam, 1969;

Umut, 1970; Kaçaklar, 1971;

Vurguncular (Ş. Gören ile), 1971;

Yarın Son Gündür, 1971;

Umutsuzlar, 1971;

Acı, 1971;

Ağıt, 1971;

Baba, 1971;

Arkadaş, 1974;

Zavallılar (Atıf Yılmaz ile), 1975.

Senaryosunu Yazdığı ve Yönettiği Filmler

Le Mur, 1983, (Duvar).

Kitap:

Boynu Bükük Öldüler, 1971;

Hücrem, 1975;

Saipa, 1975;

Sanık, 1975;

Selimiye Mektupları, 1975;

Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, 1977;

Seçimlerde CHP Neden Desteklenmelidir, 1977;

Faşizm Üzerine, 1979;

Paris Komünü Üzerine, 1979;

Oğluma Hikayeler, 1979.

Che Guevara

Ernesto Che Guevara (1928 - 1967)

Arjantin asıllı Küba vatandaşı ama kendini önce Dünyalı sayan; doktor, arkeolog, şair daha çok siyaset ve eylem adamı. Çocuklukta başlayan astım hastalığına karşın dünyanın en tanınmış gerillası olmayı başarmış, başta Küba olmak üzere birçok Latin Amerika ülkesinde devrimci eylemlere girişmiş, kır gerillası akımının öncülüğünü yapmış bir ?lider?. Fidel Castro ile küçük bir gerilla birliğiyle Küba?da iktidarı ele geçirmiş, bakanlık yapmış asıl adı Ernesto Guevara de la Serna olmasına rağmen tüm dünyada, dostları ?Che? (hey, ahbap) dediği için, Che Guevara diye ünlenen bazılarınca ?Aziz? ilan edilen, siyasi ve askeri düşmanları tarafından bile saygıyla anılan bir kahraman.

Rossario?da Başlayan Yaşam

Ernesto Guevara de la Sema Arjantin?in Rossario kentinden 24 Temmuz 1928?de doğdu. İrlanda asıllı, inşaat mühendisi Ernesto Rafael Guevara Lynch ile Celia de la Serna?nın beş çocuğunun en büyüğüdür. Ailesi Katolik olmakla birlikte, pek dindar sayılmazdı. Küçük yaşta astıma tutulduğu için sağlığı gerekçesiyle ailesi önce Buenos Aires?e daha sonra da Cordoba?daki dağlık Alta Gracia kentine taşındı.

İlk ve ortaöğrenimini Cordoba?da bitirdi. Daha sonra Dean Funes Lisesine devam etti. Okulda İngilizce ve sosyoloji kitaplarına olan ilgisi onun entelektüel birikimini artırdı. Şili?li ünlü şair Pablo Neruda?dan etkilendi. 14 yaşındayken Demokratik Birlik Partisi?nin (Partido Union Democratica) gençlik koluna girerek Juan Peron taraftarlarına karşı sokak kavgalarına katıldı. Maddi sıkıntı içine giren ailesi 1944?te Buenos Aires?e göçünce, lise öğrenimini bu kentte tamamladı. Daha sonra, Buenos Aires Üniversitesi?nin Tıp Fakültesi?ne girdi. Son sınıf öğrencisiyken, Öğrenimine bir yıl ara vererek, bir arkadaşıyla birlikte eski bir motosikletle tüm Güney Amerika?yı gezdi. Bu gezisi sırasında Latin Amerika ülkelerini siyasi ve toplumsal koşullarını inceleme ve bu ülke halklarını yakından tanıma fırsatı buldu. 1953?te Arjantin?e dönen Guevara, hemen askere çağrıldıysa da astımı nedeniyle askerlik yaptırılmadı. Bunun üzerine üniversiteye geri döndü ve Mart 1953?te tıp öğrenimini tamamladı.

Doktor olduktan sonra, Venezüella?daki bir cüzam kolonisinde çalışmak üzere Arjantin?den ayrıldı. Ancak yolculuğu sırasında tanıştığı avukat Ricardo Rojo, onun Guatemala?ya giderek başkan Jacobo Arbenz Guzman?ın ?toplumsal dönüşüm? hareketine katılmaya ikna etti. Guevara, 1953- 1954 yıllarında bu ülkede gerçekleştirilmeye çalışılan toprak reformunda küçük bir deneticilik görevi yaptı. Aynı dönemde Marksist düşünceleri benimsedi ve ABD yönetiminin Latin Amerika ülkelerine karşı izlediği müdahaleci politikaları sert bir biçimde eleştirmeye başladı. Arbenz Guzman?ın 1954?te CIA tarafından desteklenen bir darbe sonucu devrilmesi üzerine bir direniş hareketi örgütlemeye kalkıştıysa da başarılı olamadı ve Arjantin Büyükelçiliği?ne sığınmak zorunda kaldı.

Daha sonra Meksika?ya gitti. Orada Fidel Castro ve kardeşi Raul Castro?nun da aralarında bulunduğu Kübalı siyasi sürgünlerle tanıştı ve ?26 Temmuz Eylemi? adını taşıyan Küba devrimci hareketine katıldı. Mayıs 1955?te Perulu devrimci Hilda Gadea ile evlendi. Guevara?nın kısa bir süre sonra boşanmayla sonuçlanan bu evliliğinden bir kızı oldu. Guevara, Kübalı devrimcilerin gerilla eğitimlerine katıldı; ayrıca gerillaların doktorluğunu yaptı. Aralık 1956?da Granma yatıyla Küba?nın Oriente Eyaleti?nin güney kıyılarına yapılan çıkarmaya katıldı ve Batista kuvvetleriyle çatıştıktan sonra, Sierra Maestra?ya sığınabilen 12 kişinin arasında yer aldı.

Guevara, iki yıl süre gerilla savaşı boyunca Castro?nun haber alma sorumlusu, başdanışmanı ve yardımcısı oldu. Devrim ordusunda Castro ile birlikte en yüksek rütbe olan binbaşılığa (comandante) yükseltildi. Dağda bir silah imalathanesi, bir fırın, bir ayakkabı yapım yeri, bir radyo verici istasyonu kurdu; birçok eğitim merkezi açtı. Komuta ettiği birlikler hiçbir zaman birkaç yüz kişiyi geçmemiş olmakla birlikte, halk tarafından desteklenmeleri sayesinde Batista?nın askerlerine karşı çeşitli başarılar kazandı ve onları Santa Clara?da kesin bir yenilgiye uğrattı. Küba Devrimi?nin Ocak 1959?da başarıya ulaşmasından sonra Havana?nın La Cabana kalesi komutanlığına getirildi.Guevara 10 Şubat 1959?da Küba?ya yaptığı hizmetlerinden dolayı Bakanlar Kurulu kararıyla Küba yurttaşlığına alındı. Bu sırada, sekreterliğini yapan ve eskiden öğretmen olan Aleida Marsh ile evlendi. Bu evlilikten 4 çocuğu oldu. 1959 yazında, Avrupa, Afrika ve Asya?daki bağlantısız ülkelere giderek, Küba adına ticaret sözleşmeleri imzaladı. Ekim 1959?da Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü?nün sanayi bölümünün başına getirildi. Kasım 1959?da da Küba?nın iktisat politikasını yönlendiren en yüksek organ olan Ulusal Banka?nın başkanlığına atandı. Bir yandan da Küba?da sosyalist insanın yetiştirilmesi ve sivil milis gücünün eğitilmesi sorunlarıyla uğraşan Guevara, bu konularda birçok kitap ve makale yazdı.

1960?ta sosyalist ülkelerle imzaladığı ticaret antlaşmalarıyla Küba şekeri karşılığında bu ülkelerden ham petrol ve makine almayı sağladı. Şubat 1961?de Küba?da yeni kurulan sanayi bakanlığının başına getirildi. Bu görevindeyken, dört yıllık bir sanayileşme planı hazırladı. Yurt dışına kaçmış olan Castro aleyhtarı Kübalıların, Nisan 1961?de ABD desteğinde giriştikleri ?Domuzlar Körfezi Çıkarması? sırasında ise geçici olarak askeri görevine döndü. Ağustos 1961?de, ABD Başkanı J.F. Kennedy?nin, Latin Amerika?ya yardım programı uygulamasını düzenlemek üzere, Uruguay?ın Punta del Este kentinden toplanan konferansa Küba başdelegesi olarak katıldı. Şubat 1962?de Cumhurbaşkanı Dorticos ve Toprak Reformu Enstitüsü başkanı Rodriguez ile birlikte, Küba ekonomisini yönlendirmek üzere yüksek yetkilerle donatılmış üç kişilik bir komisyonda yer aldı. 1962 ilkbaharında, Sosyalist Halk Partisi?nin yerine kurulan Bütünlenmiş Devrimci Örgütlerin 25 kişilik yönetim kuruluna girdi. Ekim 1962?de, SSCB?nin Küba?ya füze rampaları yerleştirmesi nedeniyle ABD ile SSCB arasındaki ilişkilerin gerginleştiği bunalım sırasında savunma işlerine bakmak üzere geçici olarak sanayi bakanlığından ayrıldı. Aynı yılın sonunda verdiği bir söylevde, hükümetinin, Küba Devrimi?ni dünyanın neresinde gerekiyorsa, oraya taşıyacağını söyledi. Küba?daki görevlerinin yanı sıra öbür Latin Amerika ülkelerine geziler yapan Guevara, buralarda devrimci eylemler örgütlenmesi gereğine inanarak Eylül 1965?te Küba?daki tüm görevlerinden istifa etti. İstifanın ardından Küba?dan ayrılarak izini bir süre kaybettirdi.

İki yıl sessizlikten sonra Nisan 1967?de Latin Amerika?daki bir gerilla üssünden Üç Kıta Halkları Dayanışma Örgütü?nün Havana?daki konferansına gönderdiği ?iki, üç ve daha nice Vietnamlar yaratın!? mesajı onun sağ olduğunu ve devrimci eylem içinde bulunduğunu gösterdi. Bundan birkaç ay sonra, Guevara?nın Bolivya ?da yönetimi devirmeyi amaçlayan gerilla eylemleri yürüttüğü anlaşıldı. Bir süre sonra Doğu And Dağları?nda Bolivya ordu birlikleri tarafından yakalanan Guevara Ekim 1967?de askerler tarafından öldürüldü. Guevara, Küba Devrimi?nin deneylerinden yola çıkarak Amerika kıtasının azgelişmiş ülkelerinde yürütülecek devrim mücadelesinin yöntemleri ve ilkelerine ilişkin bazı genel sonuçlara varmıştır. Bu sonuçlardan birincisi, halk güçlerinin düzenli ordu birliklerine karşı yürütülecek bir savaşı kazanabileceği; ikincisi devrimin gerçekleşmesi için her zaman nesnel koşulların olgunlaşmasını beklemenin yanlışlığı, gerilla birliklerinin yüreklilikleri ve kararlılıklarıyla, bu koşulların yerini tutarak devrime elverişli bir ortam yaratabileceği; üçüncüsü ise, devrim mücadelesinin temel alanının kırsal bölgeler olduğudur. Guevara?ya göre, gerilla savaşının başlamasının önkoşulu halkın desteğidir. Gerilla savaşı devrim mücadelesinin yalnızca bir aşaması olup, düzenli ordunun oluşmasıyla sona erecektir. Halkın bir kısmı tarafından ?Aziz Che? olarak Hz. İsa katına çıkartılan Ernesto Che Guevara?nın görüşleri 1960?lı yıllarda Latin Amerika?da görülen kır gerillası akımına temel alınmıştır.

Güney Amerika Gezileri

Ernesto Che Guevara önce, kendini serüvenci yönüyle duyurur. Daha üniversite öğrencisi iken ülkenin en yaygın spor gazetesine manşet olur. Genç Ernesto ufacık, kırık dökük bir motosikletle ülkenin tam 12 eyaletini dolaşmayı başarmıştır.

Bundan birkaç yıl sonra arkadaşı Arjantinli eylemci Ricardo Rojo?ya ?gerçek değerler ve serüven? peşinde olduğunu açıklayacaktır. Gezmenin sırrı buradadır. O günlerde sohbet arasında gelişigüzel söylediği bu sözler, Che Guevara?nın sistem karşıtı, serüvenci ve eylemci ruhunun ipucunu vermiştir. Ernesto Guevara, üstün bir öğrenme yetisiyle Tıp Fakültesi?nin 12 dersini 6 ay gibi çok kısa bir sürede verip, doktor olduktan sonra adanmışlığının ilk örneğini sergiler. Kendisi gibi serüvenci arkadaşı Alberto Granados ile Bolivya?dan (Che o sıralar Bolivya?dadır) Pasifik Okyanusu?ndaki, kilometrelerce uzaktaki Chirstimas Adası?na gitmek istemektedir. Amacı kimselerin gitmek istemediği bu ürkütücü adadaki cüzamlılar hastanesinde, ömür boyu doktor olarak çalışmaktır. Ölümünden sonra Che ile arkadaşlarını ayrıntılarıyla yazacak olan Ricardo Rojo?nun vazgeçirme çabaları sonuçsuz kalır ve Ernesto gerçekten de çok zahmetli bir yolculuk sonunda adaya varır. Bu cesur eylemi cüzamlıları şaşırtır ve adadan ayrılması için büyük bir minnettarlıkla ona adeta yalvarırlar. Ernesto sonunda ikna olmuştur ve cüzamlıların yaptığı eğreti bir kayıkla Kolombiya kıyılarına çıkar. Arkadaşı Granados da yanındadır. Kolombiya?ya çıktıkları yer Leticia?dır. Ernesto ve Alberto tam 9 ay buranın futbol takımının antrenörlüğünü yapar. Che?yi ayrıca Meksika?da turistik meydan fotoğrafçılığı, gezici kitap pazarlamacılığı yaparken de görürüz.

Che ve Şiir

Mesleği doktorluk tutkusu Arkeoloji olan Ernesto Che Guevara, gerçek bir edebiyat izleyicisiydi. Che?nin edebiyatla ilgilenen pek çok politik kişilikten farkı, yaratıcı süreçlere kafa yorması, bizzat kendisinin de yaratıcı sürece girmesidir.

Che klasik edebiyat eğitimini annesi Gelia Guevara?dan aldı. Daha sonra Latin Amerika edebiyatı üzerine polemiklere katılır.

Bu şiirlerin pek çoğunu Guetamala?da bulunduğu yıllarda (1953 /1954) yazmıştır. Bu şiirlerde, serüvenciliği açık bir biçimde görülür. Che?nin hemen Gutemala sonrası gittiği Meksika?da Venezuelalı şair Eloy Bionoco ile çok sıkı bir dostluk yaşar. Onun şiirlerini ve şiir üzerine konuşmalarını dikkatle takip eder. Che?nin şiirleri ilk defa Meksika?da ortaya çıkar. Bunda o günler Meksika?da sürgünde olan ünlü İspanyol şair Leon Felipe?nin payı vardır. Che, hayran olduğu bu şaire, bir gün ?benim de çalışmalarım bunlar? diyerek şiirlerini sunar.

Ölümünün Ardından

?Che?nin sürdüğü yaşamın, onun en büyük ideolojik düşmanlarını bile etkileyen, ona hayran bıraktıran bir yanı vardır. Bir insanın düşmanlarından da kabul ve saygı görebildiğini ortaya koyan hemen hemen tek örnektir bu. Che, silahını doğrultarak yüzleştiği birliklerden de, ona duydukları hayranlığı sonradan şaşırtıcı bir biçimden neredeyse, bir ağızdan dile getiren ideolojik düşmanlarından da kabul ve saygı görmüştür.

Che?nin ölümüyle esen rüzgarın devrimci hareket için taşıdığı anlamı kim yadsıyabilir?

Onun deneyimine, verdiği ilhama, gücüyle bütün gericileri korkutan saygınlığına yaslanamamanın anlamını? Haşin bir rüzgar bu, çok zorlu bir rüzgar. Ama şundan kuşkumuz yok? Che, insanların fiziksel yaşamlarının değil, davranışlarının önem taşıdığına herkesten çok inanmıştı. Onun tehlikeyi mutlak olarak küçümseyişini, kişiliğini ve eylemlerini ancak bu inanç açıklayabilir.

Che?nin önder ve asker olarak taşıdığı niteliklere hiç kimse erişemezdi. Askeri dille söyleyecek olursak, son derece yetenekli, yürekli ve savaşçı bir gerillaydı o. Tek zaafı, aşırı cesur ve tehlikeye duyarsız olmasıydı.

Düşmanları, onun ölümünde moral verici bir yan bulmaya kalkışıyor şimdi. Oysa Che, gerilla savaşında bir sanatçıydı, bunu binlerce kez kanıtladı. Yine de bu şerefli ve kahramanca ölümün, onun gerilla savaşı konusundaki kavramlarıyla kuramlarının geçerli ve doğru olmadığını kanıtladığı görüşünde olanlar var.

Sanatçı ölebilir, hele sanatı devrimci savaş gibi tehlikeli bir sanatsa. Ölmesi mümkün olmayan şey, onun yaşamını ve zekasını adadığı sanatın kendisidir.

Che gibi bir sanatçının savaşta ölmesi şaşırtıcı mı? Onun devrim kavgamız boyunca sayısız kez yaşamını tehlikeye attığı halde bunca çatışmadan sağ çıkmış olması, çok daha şaşırtıcıydı.

Che, bir kıtanın sömürülen ve haksızlığa uğrayan insanlarınınkinden başka bir çıkar ya da dava uğruna dövüşmedi, onların davası uğruna dövüşürken öldü. Onun en büyük düşmanları bile bunun tersini iddia etme cesaretini bulamadılar.

Yoksul insanlar için her şeyini feda edebilen, elinden geleni esirgemeyen Che gibilerinin her geçen biraz daha anlam kazanmaması, yüreklerin biraz daha derinine yerleşmemesi tarihsel olarak mümkün değildir.?

FİDEL CASTRO

?Che Guevara?ya ne kadar hayran olduğumu biliyorsunuz. Aslında onun sırf bir aydın değil, çağımızın en mükemmel insanı da olduğuna inanıyorum. Bir savaşçı, bir insan

ve kuramlarını mücadele anındaki kişisel deneyiminden türeterek devrim davasını ileriye götürebilmiş bir kuramcı.?

JEAN - PAUL SARTRE

(Che?nin Ardından, Çeviri: Güzin Özkan-Şahin Beygu, Kıyı Yay. 1987)

Başlıca Yapıtları

Savaş Anılan, (1963)

Küba?da Sosyalizm ve İnsan (1967)

Gerilla Harbi (1967)

İktisadi Yazılar (Ölümünden sonra, 1969)

Siyasal Yazılar (1969)

İki... Üç... Daha Fazla Vietnam, (Ölümünden sonra, 1969)

Veda Şarkısı

1.

Kayalıkta çakılı yelken sana bırakıyorum veda şarkımı.

2.

Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı da kayalar devranının altında değişken köklerle.

Kayalar devranının altında değişken köklerle.

Yalnızlık! Geçmişe özlem çiçeği canlı duvarların.

Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim.

3.

Taşımak istemiştim heybemde

Yüreğinin gelip geçici tadını, ama kaldı havaya çizilmiş kesin eğrilerde,

Yadsıma oldu umudumun yiğitliğine.

Giderim hatıradan daha uzun yıllar boyu

Kapalı yalnızlığıyla gezginin,

Fakat havaya çizilmiş kesin eğri sanki bana döndü

Ve bir işaret koydu pusula kaderime.

Sonu geldiğinde bütün gündelik işlerin

Yol yapacağım bir geleceğim olmasa,

Gelmiş olacağım bakışında canlanmaya

Kaderimin sırıtan parçası olarak.

Gideceğim hatıradan daha uzun yollar boyunca

Zincir halkaları gibi eklenen elvedalarla zamanın akışında.

4.

Dimdik hatıra sonunda düşmüş yola

Usanmış beni bir geçmişi olmadan izlemekten,

Unutulmuş yol kıyısında bir ağaçta.

Uzaklara gideceğim, hatıra parçalanarak ölünceye yolun taşlarında,

Ve devam edeceğim, içimde

Hep o gezgin acısı, yüzümde gülümseyiş.

Bu dönenen bakış ve güç

Büyülü bir matador mendilinde.

Alıkoydu kaygı duymaktan tüm çıkarlara,

Hep yitiren bir çizgi oldu benim eğrim.

Ve bakmak istemedim seni görürüm diye

Beni isteksizce davet etmeni

Mutluluğumun pembe boyalı torerosu

Deniz seslenir bana sevecen elleriyle.

Çayırım ?bir kıta-

Dümdüz yayılır, tatlı ve silinmezdir

Alacakaranlıkta bir çan gibi.

5.

Bir sicil memuresi karşısında kurumlu bir doktor gibidir

Kara bir mikroskobu gösteren bilim.

Sanat? sanat diye arzı endam eden her şey

Bir Leica?nın kısır mekaniğidir.

Acılar ve kaygılarla dolu bir yerli (ve tabii özlemlerle

Olup ta şimdi yiten için

Ve onun dönüşüne arzu gönlünde),

Coca, alkol ve açlığın aptalca gülümsemesiyle.

Üç kuruşa satılan cinsellik

-Amerika?da pek ucuz-

Boş çarşafların umursanmaz hatırası.

Guetamala bıraktın beni

Bağrımda derin bir yarayla

Ve de acılarını bana emzirme

Ya da emme fırsatıyla, kahreden bir hıçkırığın belirsiz duygusunda bulan bir kadını.

Kaderleri teker teker birleştiren bir bağ var yinede:

Uyanan insanın haykırışıdır o da.

6.

İşte bugün böyle titrek ellerle

Belirsiz bir kayıta koyuyorum prizmamı.

Ağacın olgunluğunu tüketmeden

Kasalanmış meyvanın garip tadıyla.

Çağırışını fark edemiyorum bazen

Yaşlı, garip kanatlanmış kulemden,

Fakat bazı günler var ki cinselliğin uyanışını hissediyor

Ve bir öpücük dilenmeye dişiye gidiyorum

Ve böylece beni arkadaş diye çağırmayanın

Ruhunu hiçbir zaman öpemeyeceğimi anlıyorum?

Biliyorum ki tertemiz değerlerin kokusu

Bereketli kanatlarla dolduracak beynimi,

Biliyorum ki hayata geçmesi mümkün olmayan

Fikirleri barındırmak gibi zevkleri bırakacağım.

Biliyorum ki ölümüne çarpışma günü

Halk çocukları benimle omuz omuza verecek,

Halkın savaştığı amacın kazandığı kesin zaferini

Göremezsem eğer

Fikri en yüksek geleceğe götürmek için

Mücadele verdiğimdendir,

Eski kabuğun tüylerini yolarken

Doğan umudun kesinliğiyle biliyorum bunları.

(Şiirler, Che Guevara, Çeviri: Adnan Özer ? Vilma Kuyumcuyan, Güneş Yay. 1989)